Akıl-Vahiy İlişkisi

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Felsefe, din ve bilim ancak aklın faal olduğu bir zeminde söz söyler; kuramlarını mantığa, akla veya zihinsel bir temele dayandırırlar. Aklın mevcut olmadığı bir zeminde felsefe, din ve bilimden bahsetmek mümkün değildir. Aklın veya zihnin çalıştırılmadığı ya da çalıştırılmasına izin verilmediği, düşünmenin özgür olmadığı dönemlerde sadece insanlık yerinde saymakla kalmamış, bunun yanında birçok filozof, peygamber ve bilim insanı eziyet ve işkence görmüş, sürgün yaşamış ve öldürülmüştür. (Ömrünün son dönemlerini düşüncelerinden dolayı zindanda geçiren İbn-i Rüşt ve acımasızca öldürülen Zekeriya, Yahya ve Hallac gibi). Bu trajedi örneklerini gerek beşeri yazıtlarda gerekse de ilahi vahiylerde bolca okuyoruz. Zihinsel engelli bir insanın hiçbir dini ve akli sorumluluğu olmadığı gibi gerek beşeri gerekse ilahi yasalarda bırakın engelli olanı, akli olgunluğa erişmemiş bireylerin bile tüm yaptıklarının bir şekilde meşru görülmesi akli bir zeminin bütün zamanlardaki dini ve felsefi sistemlerin vazgeçilmez alt yapısını teşkil ettiği sonucuna bizi götürmektedir.

Ancak dinin otonomluğu, kendine ait özel yapısı her zaman dikkate alınmalıdır. Dinin kendisi aslında gayp/kayıp olan bir varlıktan gelen gaybî bir argüman olduğundan, dinin tüm ilkelerinin, söylemlerinin salt rasyonel verilerle test edilmesinin imkanı yoktur. Bilimin, kendi labratuar ortamlarında icra ettiği deney-gözlem gibi tekniklerle aşkın dini talimatları tanımlamak ve böylece onları matematiksel ifadelerle sınırlandırmak saflıktır, kıyımdır. Çünkü aşkın olan din başka bir dünyadan, fizik ötesinden, gelecekten ve asla test etmeye olanak bulamadığımız geçmişin ve geleceğin haberlerinden söz etmektedir.

Dinin otonomluğunu savunurken de sanki tamamen akıldan uzak bir mitolojiden söz edildiği anlamı çıkmamalıdır. Dinin temel ilkeleri (asıl) olan Allah’ı birleme (Tevhid), erdemli yaşayış (Amel-i Salih), ölümsüzlük (Mead) gibi hayati meseleler oldukça akli ve mantıkîdir. Ancak; mucize, cin, melek, cennet, cehennem gibi asla tamıtamına idrak edemeyeceğimiz ayrıntıların (ferî ilkelerin) ilahi teslimiyetle (Taabuden) kabulünden başka çaremiz yoktur. İbn-i Sina’nın dediği gibi, bedensel dirilişin aklen ispatı için elimizde maalesef nakilden (ayet-hadis) başka  bir delil yoktur. Bizi burada aydınlığa çıkaran tek yol şu olabilir: Dinin temel ilkelerine iman, aklın asla kaçamadığı bir makulatken, dinin ferî ilkeleri için artık zorlama yorumlara (Te’vil) ve akli gerekçelere boğulmadan “asl”a sarılmak (Hablullah, Urwetul Wusqa)…

Dinin bir de imtihan olduğu en başta kabul edilmelidir: Yoksa bütün akıl ve mantık sistemleri gözlerinde olanların kendilerini dine teslim etmeleri beklenemez. Önceden de dile getirdiğimiz gibi din biraz da aklı aşan (Muteal) sezgisel bir his, farkındalık ve teslimiyettir. Gayp/kayıp olan bir olguyla her zaman karşı karşıya olunduğu bilinmelidir. Eğer her şey aşikâr olsaydı imtihanın anlamı kalmazdı. Evrensel bir ödülü, pahallı bir hediyeyi, görkemli bir mal varlığını ayan beyan görüp de bunlara sırt çeviren hiç görülmüş müdür? Dini böylesi bir keskin somutlukta aramak insanın yaradılış felsefesi ve ölümsüzlüğüyle tezattır.

Bu alandaki çözümü; aklı ve sezgiyi, felsefe ve irfanı Aşkın Hikmet’iyle (Hikmetun Mutealiye) birleştirerek sistemleştiren büyük deha Molla Sadra’dır. Molla Sadra, salt akli verilerle dini yorumlamaya çalışan İbn-i Sina gibi büyük üstatların düşünce sistemlerine sezgi ve irfanı da ekleyerek dinin aslı itibariyle tek başına akılla irdelenemeyeceğini; arınarak ruhanileşmiş ve en nihayetinde içindeki tanrısal güçleri muzaffer kılmış ariflerin sezgi ve mantıklarıyla bir bütün olarak açıklanabileceğine dikkat çekmiştir. Tam da bu yüzden din önderleri zeki, siyasetmedar ve dahi olmaktan ziyade ekseriya arınmış ariflerdir. Çünkü mükemmel akli tahliller yapmak, dinin tek başına konacağı beşeri bir zemin değil, belki buna eşlik eden dürüstlük, ilkeli yaşama, arınmışlık, saflık, insan ve Tanrı sevgisiyle dolu yüreklerdir.

Akıl ve vahiy ilişkisine gelince, her ikisinin sanıldığı gibi birbirinden o kadar uzak olmadığı kanaatindeyim. Arınmış bir akıldan çıkan sözlerle gökten gelen sözlerin birbirini desteklediklerini, destekleyeceklerini düşünüyorum. Peygamberliğin sona ermesiyle (Hatemiyet) din işlerinin hepimizin başındaki akıl peygamberine havale edildiği noktasında sanırım hepimiz hemfikiriz. İster kabul edelim, ister reddedelim, cüzî de olsa hepimizin içinde Tanrısal bir güç ve enerji mevcuttur (Tahrim: 12, Secde 9, Nisa 171, Mücadele: 22, Mumin: 15, Sad: 72; Tevrat/Tekvin 1/26-27, Tekvin 5/1, İncil/Korintliler 11:7). Eğer bu güç ve enerji aktif kılınıp bedensel-kötücül kodlar pasivize edilirse, ağızdan çıkacak sözler felsefe olsun, bilim olsun, dünyevi olsun, uhrevi olsun, şiir olsun, nesir olsun bana göre vahiydir. Çünkü terbiye edilmiş, tezkiye edilmiş, arındırılmış, nurani (saf nur) ve ruhani (Bi Ruhin Minhu) bir ağızdan dökülen mantıksal söz, tutum ve davranışlardan evrensel mesajlar niteliğinde olanlar vahiy değerindedir.

Bu bağlamda Tanrı ve insan birbirlerinden çok uzakta değil, yakında hatta bitişiktirler. Tanrı gökte, kendi görkemli sarayında, gamsız bir şekilde tahtına kurulu iken biz ruyi zemindeki zavallı karıncalara bakarak merhametle dizine vurup tebessüm eden bir yabancı değil, şah damarımızdan yakın (Hablun Werid-Kaf: 16), dua ettiğimizde iniltilerimizi duyan (Bakara: 186) candan bir dost (Weliyyun Hamim) gibi bizimle beraberdir (Tevbe: 40), içimizdedir. (O, ne yere ne de göğe sığar ancak Mümin kimsenin kalbine sığar). O yüzden akıl ile vahyi karşı karşıya getiren, bana göre Tanrı ile insanı rakip ve düşman gören anlayışlardır. Sözgelimi Buda Tanrı’dan hiç bahsetmedi, gökten söz etmedi; tersine o hep yeryüzünden dem vurdu, insanın ayaklarının yere basmasını sağladı ama sözlerine bakın, vahiydir, vahiy değerindedir. Aynı şekilde Zerdüşt, Lao Tsu, Konfüçyüs, Mani hatta çoğu mesajlarıyla Mazdek’in ağzından çıkan sözler de vahyin tıpkısıydı, kendisiydi.

Musa, İsa ve Muhammed ister “Bu Allah’tandır” demiş olsunlar, ister “Ben söylüyorum” demiş olsunlar; arı ve saf ruhlarından çıkmış (ama gerçekten onlardan çıkmış, tahrif değil) evrensel mesajlar vahiydir. Nitekim kendini Allah’a adayan tüm zamanların mistikleri ile kendilerini insanlığa adayan tüm zamanların filozoflarının kendi dönem ve şartları için söylediklerinin benzer tekrarlar olduğu görülmektedir. Peygamberlerin bile kimi tarihsel talimatlarının sırf belli bir çevre ve şartlar için söylendiği için yürürlükten kalkan, demode olan ve şimdilerde isabetsiz gibi görünenleri varsa, neden filozofların da aynı şekilde kimi söylemeleri ve düşünceleri dönemsel-tarihsel değerlendirilmesin?

Mehmet Mekin MEÇİN (26/07/2012)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.