Farkındalık Oluşturmak ile Farklılık Yaratmak Arasında Varolmak

Yazar: on 31 Ocak 2020

Tüm elemlerimizin, tüm acılarımızın yegane nedeni, var olma kaygımızdır. Bununla kastım, fizyolojik ihtiyaçlarımızı karşılamak, güvenliğimizi sağlamak değildir. Bunu toplumsallaşmamış yabaniler için düşünebiliriz belki. Ya da gerçekten kendini gerçekleştirmiş bireyler için.. Ama genel için konuştuğumuz gerçeği göz ardı edilmeyecekse, şunu rahatlıkla diyebiliriz ki, bir cemiyet, bir grup içinde yaşayan insan için varolmak, varlığının fark edilme derecesi ile yakından ilintilidir. Ya kendimizi öne süreriz, ya da etkin var olduğuna inandığımız kişilerin yaydıkları ışığa yaklaşıp görünmeye çalışarak varolma çabasına gireriz. Benim burada ışık dediğime bakmayın, siz buna “gölgede kalmak” terimini yakıştırmışsınız haklı olarak. Kimimiz ise varolmayı başardıktan sonra, acının yönünü etkin varolma çabasına doğru çeviririz.

   Fakir olduğu, sefil olduğu, köle gibi olduğu, hasta olduğu, cahil olduğu (Ki kendisi cehaletinin farkında değildir. Belki isminin önünde, dr. doç. prof.. gibi unvanlar bile vardır. Aslında farkındalık oluşturmanın bilgi ile çok alakası da yoktur. Daha çok vicdanla ilgilidir.. daha da çok irfanla ilgilidir..) halde, varolmak milyarlarca insan için farkındalık oluşturabilmektir. Birey içinde bulunduğu ortamda varolmak için, elindeki tüm argümanları, sahip olduğuna inandığı yetenekleri, artı getireceğine inandığı fiziksel özelliklerini seferber etmekten çekinmemektedir. Elinde tuttuğu bir güç varsa eğer, bunu kendisinin varlığının fark edilmesi için kullanmaktadır. Öyle kenarda yabancıymış gibi oturmayalım sevgili okurum. Muhatabım kesinlikle sizsiniz. Yaşanmamışı anlatmanın nerdeyse imkânsızlığını hesaba katacaksak eğer, kendimi mevzubahis etme lüzumu bile hissetmemeliyim.

   Samimi olalım lütfen. Kendimizi yoklayalım. Her an her yerde kendimiz oluyor muyuz? Anlattığımız olaylara, başımızdan geçmiş anılara abartı katmıyor muyuz? (Ki bu abartıyı, ses tonumuz ve mimiklerimizle bile yapabiliriz.) Fikirlerimizdeki çelişkilerin saldırılarına dirençle karşı koymuyor muyuz? Ya da dost meclislerinde esas birey olma çabasına girmiyor muyuz? Farkındalık oluşturmak için, envai çeşit şaklabanlıklar yapıp, sohbet konusu mevzunun tezini hazırlamış bilim adamı pozuna bürünmüyor muyuz?

   Hadi ama… “hep en güzel golü biz atmadık mı?” “şamar gibi cevabı onun yüzüne, biz yapıştırmadık mı?” “yüzbaşının arkasından silahla biz kovalamadık mı?” “konuyu en iyi biz izah etmedik mi?” “öğretmeni verdiğimiz cevapla yere mıhlamadık mı?” bir taraflardan çok sesli koro gibi “yapmadım” sesleri geliyorsa da, bu davulun sesi uzatan gerçekçi gelmiyor.

   Hadi ama… Bu yakışanı arama hevesimizin altında yatan temel nedenin, farkındalık oluşturmak gayretimizle hiç mi alakası yok? Mağaza mağaza neden geziyoruz? Saç sitilimiz, aksesuar merakımız, marka tutkumuz, hele bayan kardeşlerimizdeki renk uyumu hastalığı vb. hepsinin altında yatan temel neden farkındalık oluşturma isteğimiz değil mi? Övülmek neden hoşumuza gidiyor? “Bugün çok güzelsin?” “O ne güzel cevaptı öyle? Ağzının payını verdin.” “çok zekisin” “Yakıştı mı? Çok yakıştı.” Farkımıza varıldığı zaman varolduğumuza inanıyoruz.. Bizim için var olmak farkındalığın kendisidir. Maalesef bu bir ironi, bu yadırganamaz bir genellilik.

   Hepimiz bulunduğumuz ortamda varlığımızın fark edilmesini ister, fark edildiğimiz yerler arar, fark edildiğimiz yerde kalma, özlem ve isteği duyarız. Alelade bir sokak ortasında, bir müdürü, bir yüzbaşıyı, bir mühendisi fark etme olasılığımız ne kadar olabilir ki? Kaçıncı sırada fark edebiliriz onları. Muhtemelen sıradanlaşan bir format içinde, karşılaşıp, taşınca. Büyük olasılıkla da hiç. Lakin okulda, dairede müdür, kışlada yüzbaşı, şantiyede mühendis hemen fark edilir. Üst baş düzeltilir. Hareketler sınırlanır, bakışlar hep onları hesaba katar. Sokakta bir hiç olan kendi çöplüğünde fark edilmeye başlanır. Ses telleri açılır, ötmeye başlar.

   Aslında gocunmamamız lazım. Burada önemli bir sorun yok gibi. Bütün bunlar suni dünyamızda, reklâm kokan her davranış gibi, doğal seyrinde yürüyen sosyal bir gerçeklik, rutin bir realite olarak görülüyor zaten. Her birimizin varlığının hesaba katıldığı bir ortamı mutlaka vardır. Biz de orda varlığımızın hesaba katılmasından hoşnut olarak, varolmak için aslında zaman öldürür, öldükten sonrada daha önce ölmüş milyarlarca insan gibi bir hiç’e dönüşürüz. Asıl sorun birileri ısrarla varlığını gözbebeklerimize batırmak isteyince başlıyor. Ya da varlığının az hissedilmesinden rahatsız olmuş ve kendi erdemleriyle kazanmadığı halde, pervasız bir hâkimin bahşetmesiyle gücü elinde bulunduran bir ayının, “sürekli benim varlığımı bana hissettirmek zorundasınız, benim etrafımda dönüp benim farkımda olmalısınız” deyip, etrafını homurdanarak rahatsız edince başlıyor. İşte burada “güç” ve “yöntem” çok önem kazanıyor.

   “Güç” önemli. Çünkü hepimizin elinde tuttuğu bir gücü mutlaka vardır. Bu gücün boyutu, etki alanımızı ve etki oranımızı belirliyor. Çoğumuz bu gücü erdemlerimiz ile elde etmiyoruz. Faziletten yoksun, bahşedilmiş bu gücü elinde bulunduranlar, kendilerine farkındalık oluşturmak için en çok onun etkisini kullanıyorlar. Oysa o gücü ellerinden aldığınızda bir hiçe dönüşüyorlar. ( işte gerçek güç kişinin erdemleri ile yakından alakalı olmalı, bir azalıp bir çoğalmamalı, bir yanıp bir sönmemeli. Güç; terazinin dengesinden geçmeli, eğitimin elinden içmeli, sadece yaban otlarını biçmeli ve teslim olacağı eli çok iyi seçmelidir.)

   “Yöntem” önemli. Çünkü farkındalık oluşturarak var olma hastalığımız sırasında işi doğal mecrasında yürütenlerimiz olduğu gibi, acımasız yöntemler kullananlarımızda var. Kimimiz farkında olunarak varolmayı büyük görünme ile bağdaştırırız. Ortamda en büyük görünenin kendimiz olması gerektiğini düşünürüz. Hayır, büyümek istemeyiz. Büyük görünmek için büyümeyi düşünmeyiz. Büyük görünmemiz için karşımızdakileri küçültmemiz gerektiğine inanırız. Yani daha kolay yol. Büyümenin o ızdırabını çekip, uzun zaman sabredeceğimize, karşımızdakini küçültelim ki, ayaklarını kaydırıp sırt üstü düşürelim ki, o uzanmış halde iken biz en büyük görünelim. Yetkiyi(gücü) elinde bulunduranların bu iğrenç yönteme çok değişik şekillerde başvurduklarına şahitler olmaktayız maalesef.

   Oysa işi doğal mecrasında bıraksak, işi yürüteni değil işin kendisini ön plana sürsek, kendi ilkemizi değil ilkenin kendisini empoze etmeye çalışsak, sesin tonunu değil mesajın sesini artırsak olmaz mı? Olmaaaz. O zaman birileri hiç olur, hiç varolmaaaz..

   Hani olurda bir birey varolur. Kendisi davranışının erdemliliğini dillendirmez, davranışın kendisi bizzat dile gelir. O birey ki kendisini sıradan görür ama görülür. Küçülmek istedikçe büyür, saklandıkça sobelenir, fark edilir, fark ettirilmez. Bu kemalin son noktası da değil, bu mükemmeliyet de değil, bu sadece insan olmak. Bu boş bir beklenti.

   Mükemmeliyetten, kemalin son noktasından, farklılık yaratanlardan çokta bahsetmek istemiyorum aslında. Kimileri binlerce yıldır öldükleri halde onları tanır, biliriz. Kimi ufkumuzu genişletmiş, kimi iç huzurumuzu sağlamış, felsefemizi oluşturmamıza yardımcı olmuş, kimi estetik dehaları ile göz zevkimize hitap etmiş, kimileri de icatları ile konforlu bir hayat sürmemizi sağlamışlardır. Onlar ölmüşlerdir. Ama bıraktıkları ürünler onları diri bırakmaktadır. Onları biliriz. Biz onları “çok iyi” biliriz.

   Farklılık yaratanlardan uzun uzadıya bahsetmeyeceksekte, azıcık farklılık yaratmaktan bahsedebiliriz. Kısaca…

   Farklılık yaratmak emek ister, birikim ister, zaman ve sabır ister, özveri,      fedakârlık ister, samimi ve yoğun mesai ister, doğallık ve sadelik ister.  Farklılık yaratmak kendi için bir şey istememek ister.

   Karşılaştırma yapalım. Kısaca…
   Farklılık yaratan, ortaya iş çıkarır. Farkındalık oluşturan, başımıza iş çıkarır.
   Farklılık yaratan, işin kendisi ile uğraşır. Farkındalık oluşturan kendini işe dönüştürmekle uğraşır.
   Farklılık yaratan, çalışır. Farkındalık oluşturan çalıştırır.
   Farklılık yaratanın yetenekleri vardır. Farkındalık oluşturanın gücü vardır.
   Farklılık yaratan, ürünle, eserle uğraşır. Farkındalık oluşturan eseri kendi reklâmına dönüştürmekle uğraşır.
   Farklılık yaratan öldükten sonra daha diri var olur. Farkındalık oluşturan ölümünden hemen sonra unutulur.

   Varolma çabasını, kendimizde bulunmayan yeteneklerle ispatlama girişimimiz, bizi sunileştiriyor, yarı hayvan bir mutanda dönüşüyoruz. Değerlerimiz sunileşiyor, hukuk anlayışımız, siyaseti icramız, derneklerimiz, örgütlenmelerimiz, sendikalarımız, gruplarımız kurgulanmış bu her sosyal yapı yeni rollerle kendi varlığımızı ispatlama çabamızın yeni ürünleri olarak, bizi asli unsurlarımızdan, kendimizden biraz daha koparıp yeni oyunlar oynamamıza neden oluyor. Treni rayında götürmüyoruz. Doğallıktan kopmuş bu çayın içinde eriyen biri olarak, kendimi bazen bir tiyatro sahnesinde amatör bir oyun sergiler gibi hissediyorum. Kendi adıma mahcup oluyorum. Bazen kendini zorla varetmeye çalışan acemi muhatabım adına da mahcup oluyorum. Yine de bu davranışlara karşılık verirken, toplumsallaşmışlığın kokuşmuş nezaketi gereği, tüm kurallarını yerine getirdiğim halde, bu karışımın içinde eridiğim halde, damağımda bıraktığı tattan rahatsızım.

   Varolmamızı ancak kendi emeğimizle elde ettiğimiz gerçek erdemlerimizin oluşturduğu eserler kanıtlamalıydı belki biz yokken. Ya da eser yoksa erdemlerimiz oranınca değerlenmeliydik. Ya da değerlendirme yapmaktan vazgeçmeliydik belki. Bakar mısınız? Herkesin güçlü gördüğü bir ayı karşısında, el pençe divan durup, dayı dediği, kendisinden daha güçsüz gördüğününse kendisine dayı demesini istediği şu varolma şekline… Oynuyoruz. Herkes oynuyor. Ne diyelim şimdi? Söylenecek her sözün gücün demir ellerinde şekillendiği bir yapıda söz söyleyecek kalem olmak ne işe yarar. Gerçekten ne demeliyiz? Hamur olmak mı gerekir demeliyiz. Ki demir elin hareket şekline göre şekillenelim, gelen geçene dayı diyelim, yastığa değdi mi başımız, uyuyalım, kalbi tekleyenlerden, nefesi daralanlardan olmayalım. Susup, aptalı oynayalım. Ne diyelim? “Var olmak düşünmemektir, düşünmek varolmak değildir mi” diyelim?

   Artık düşünmeyelim öyle ise, hissedelim. Oksijenin ciğerlerimize adım adım süzülüşünü, kalp atışlarımızı, göz kırpışlarımızı dinleyelim. Kendimizi dinleyelim. Kendimize dönelim. Varlığımızı olduğumuz şekliyle kabullenelim. O Demokles’in kılıcını, Tor’un çekicini indirilelim. Sakinleşelim. Varız. Daha zaman var. Başlayalım.

Erkan KADĞA



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.