Nurul Enwar

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Varoluş nurla veya ışıkladır. Yokluksa karanlıkla. Varlıklar, ışıkla varlık kazanırken, karanlıkla yok olurlar. Bu yüzden geceleri hiçbir şey göremeyiz, ışığın sızmadığı hiçbir mekânda eşyanın varlığına şahitlik edemeyiz. Karanlığa ve dolayısıyla yokluğa gark olan tabiatı; dağları, ovaları, nehirleri, ağaçları ve renkleri göremeyiz, bilemeyiz. Hatta gündüzün ortası ışık alan dağ yamacını görür, gölgede kalan diğer yamacını ise görmeyiz. Güneşle ve ışıkla tüm bu varlıkların farkına varırız. Ayın, yıldızların veya diğer suni ışık türlerinin olmadığı bir mekânda her şey gayptır, kayıptır, yoktur aslında.

Tüm varlık mertebeleri ışıkla belirlenmiştir. Cansızlardan canlılara ve onlardan meleklere kadar tüm somut ve soyut varlıklar, aldıkları ışığın oranına göre sınıflanır, derecelenir. En alt katmanda en az ışık alan taş ve toprak gibi maddeler yer alırken, onların üstünde biraz daha fazla ışıktan nasiplenen bitkiler yer alır. Bitkilerden daha fazla ışık ve can alan hayvanlar ise, bitkilerden daha üst bir mertebede yer alır ve daha yoğun bir ışık alan insansa, tüm canlı varlıklardan daha üstün bir mertebe işgal eder.

İnsanlara gelince, bunlar da aldıkları nur ve ışın yoğunluğuna göre sınıf sınıftır. Hakikatte insan, hayvan ile melek arasında duran berzahi kaygan bir zeminde konumlanmıştır. Hayvani tarafını güçlendirip egemen kılanlar, daha çok bedensel ve tensel tarafa, diğer bir ifadeyle, otokontrolden yoksun olan ve tam bir serbeslikte kendilerini bırakanlar, hiçbir imsakla ve kendini tutmayla sınırlandırmayanlar, heva ve heveslerinin her istediğini geciktirmeden yerine getirenler, nefsani iştahların ve şehvetlerin esiri haline gelenler, hayvani dünyaya düşerken; ruhani ve aklani tarafını güçlendirip, iradesini ve vicdanını bedensel yapıya ve cismani organlara egemen kılanlarsa, melekuti dünyaya yükselirler. Hayvani tarafa yakınlık şuursuz bir somutlukken, melekuti tarafa yakınlık bilinçli bir soyutluluktur. Somut her daim katıdır, kaba, cansız ve kımıltısız. Soyut ise daha esnek, daha şeffaf, daha canlı ve nurani. Bu yüzden soyut düşünme ve somuta kilitlenmekten kurtulma, insani yüceliğin, kerametin ve armağanın en büyüğüdür.

İnsan ışıktan aldığı nasibi oranınca vardır. İnsanların içinde bulundukları mertebe, aldıkları ışığın azlık-çokluk, seyreklik ve yoğunluğuna göre bilinir. En az ışık alan insanlar aslında hayvani dünyada debelenen ölülerdir: Sadece fizyolojik olarak canlı ancak ruhen ve kalben bicandırlar. En yoğun ışıkla donanmış olanlar ise, şuurları açık, ruhani ve manevi yönleri güçlü, gönülleri geniş, hafsalaları derin, ufukları açık canlı meleklerdir. Melekeler, saf ışık ve “nur-i mahza”dırlar. Meleklere dair bizi ilgilendiren en önemli şey de burada saklıdır: Bu fizyolojik yapıyla, damarlarımızda dolaşan bu kırmızı kanla, bu kasaplık lapa lapa kas yığınıyla ve tüm maymunvari iştah, hırs, tutku, arzu ve şehvet ateşiyle, bu ru-yi zeminde, bir dünyalı olarak melek gibi yaşamayı başarmak! İnsanlığın gerçek zaferi budur…

“Wele’z zulumatu wele’n nur, Wele’z zillu welel harur, welel ehyau welel emwat, hel yestewi’l lezzine ya’lemune wela ya’lamun: Hiç karanlıkla aydınlık, gölge ile hararet, ölü ile diri ve bilen ile bilmeyen bir olur mu? Hiç düşünmeyecek misiniz?” Karanlık ölüm, ışık ve aydınlıksa hayattır! Tüm fizyolojik düzeneklerimiz, organik sistemlerimiz, tensel kalıplarımız ve formlarımız; bize tazyikte bulunan, bizi esir alan ve hareket alanımızı daraltan esaret zincirleridir. Bir an önce bu zincirleri kırıp tahliye olmalıyız. “Faqtulu enfusekum: Nefislerinizi öldürünüz!” Ölmeden önce ölmek; özgür iradeyle fizyolojik yapının esaretinden kurtulmak ve tensel tazyiklerden halas olmak, hakiki özgürlük sarayına hicret etmektir. “Werrucze fehcur: Karanlıktan, karalıktan, pislikten, kötülükten ve günahtan hicret et!”

Bütün görkemiyle bu dünya ahrete göre bir anne karnı veya annenin karanlık rahmi, dünyalı olmaksa o dar ve karanlık yerde debelenen bir cenin olmaktan başka bir şey değildir. Ama ne gariptir ki cenin ecelini tamamlayıp oradan ayrılınca ağlar, üşür ve yabancılık çeker. Karanlık ve daracık bir yerde mahpus yaşadığını, kendisini bekleyen sınırsız bir tabiata adım attığını bilemez. Bu yüzden ölüm, tamı tamına karanlık ve dar bir hapishaneden azad olup daha geniş ve daha sınırsız bir âleme hicret etmektir. Tıpkı bir bebeğin anne karnından yeryüzüne intikal etmesi gibi. Aynı şekilde cenin doğmadığı müddetçe bu rengarenk dünyayı, içindeki tüm albenileri bilemez, idrak edemez. Onu bu dünyayı görmekten engelleyen, içinde yaşadığı cismani ve karanlık alemin kalıpları, duvarlarıdır. O bu kalıpları kırmaya, bu duvarları yıkmaya başlamadı mı, orada kalmaya ve orada telef olmaya mahkumdur. Ancak ne zamanki zindani cenin, karanlık aleminden doğumla birlikte ayrıldı, marifet kapıları önünde açılır, daha aydınlık, daha geniş bir aleme yükselir. Hakiki marifete ancak öldükten sonra ulaşabilir, ancak nurla metafizik cehaletimizi giderebiliriz. Şu an etrafımızı saran bu heyuli-cismani alemin katı duvarlarıyla perdelenmiş durumda olduğumuz için, tüm yoğunluğuyla ışığı göremiyoruz. Kozadan firar etmediğimiz, fizyolojik ve organik hayatın sınırlandırıcı kalıplarından kanatlanmadığımız, ölmek suretiyle yeniden doğuşumuzu gerçekleştiremediğimiz müddetçe ne kuru bilgi ne de soğuk felsefeyle aydınlanabilir, marifete ve hikmete erişebiliriz. Daha bu dünyadayken bu bilgiye, bu nura ve bu marifete ulaşılabilir; tabii ve fizyolojik ölümü beklemeden ölebilir ve daha nurani bir alemi idrak edebilecek büyük doğuşla doğabilir, dirilebiliriz.

Bilgi, aydınlık, ışık ve nur; cansızlıktan, bitkisellikten, hayvansallıktan beşeriyete adım adım geçmekle artar ve bu artış ve yoğunluk insaniyete ve oradan melekutiyete kadar artarak devam eder. İnsani tekamül, yücelik, aydınlık, keramet ve zenginlik, nurdan alınan nasiple çoğalır ve güçlenir. Çünkü bizler öncelikle bir su damlası ve et parçasıyken tamamen bicanız. Derken sabit bir yerde kanla beslenen bitkisel alemde bir bitki ve doğumun ardından yıllar yılı yerlerde sürünen bir sürüngen, lal ve dilsiz bir solucan, beslenmeye ve göz önündeki lezzetlere motive/kilitli bir maymunuz. Ve sonra kapıdan çıkan annenin, kaybolduğunu, öldüğünü; tekrar odaya gelince yeniden dirildiğini zannedecek kadar nesne sürekliliğini düşünemeyen zihinsel engellileriz. Ve sonra bilinmeyeni bilme ve x ile y’yi öğrenip soyut düşünme sürecine geçene kadar ömrümüzün üçte birini harcayan tensel (beşeri) hayvanlarız. Soyutu ve ışığı kavradıktan sonra ise doğal zindanlar, nefsanî baskılar, dışsal iktidarlar, iç hastalıklar ve marazlar bir ömür boyu yakamızdan düşmeden bizi tensel ve bedensel kalmaya, bu dünyada dört ayaklı bir hayvan gibi yaşamaya zorlayan iç ve dış zindanlarımızdır.

Bu yüzden nurlanamıyor, ışınlanamıyor ve kanatlanamıyoruz. Bilgi özellikle hikmet ve marifet, asla kuru akıl ve asık surat felsefeyle elde edilemez. Akla eşlik eden kalp olmadı mı yaratılan Adem değil, mutfak robotudur. Çünkü hayatın nabzı akılda değil, kalpte atar. Bu yüzden bütün müteal duyguların, aşkların, muhabbetlerin, fedakarlıkların ve melekuti siretlerin mabedi kalptir. Kalp ve gönül ise ışıkla aydınlanır, tensel duvarları yıkmakla ve fezaya pencereler açmakla nurlanır. Gurbet diyarında, kalın duvarların gerisinde, derin ve cehennemvari hayvani gövdede zincirlere vurulmuş tanrısal ışık parçasını asıl kaynağı ve vatanı olan ilahi ruhla/vahiyle buluşturmadığımız müddetçe cehaletimizi, katılığımızı ve çilemizi sonlandırmamız mümkün değildir.

Bu yüzden seni göremiyoruz Nurul Enwar! Sorun bizde, gözlerimiz, basiretimizdedir. Yok olanın ve karanlık olanın delile ve burhana ihtiyacı var, senin değil! Çünkü sen ışıkların ışığı, nurların nurusun! “Nuru’s Semawati wel Ard: Yerin ve göklerin nuru!” Her şey seninle var olur: Senin ışığından nasibini almayan, varlık bulamaz. Bütün varlıklar senden aldıkları ışıkla bize görünürler. Her aydınlık, her ışık, her varlık, her parlaklık ve güzellik, her letafet ve zerafet, her cemal ve kemal senin tecellin ve tezahüründür. “Sebbehe lillahi ma fi’s Semawati we ma fil ard: Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı anar.” Her şey seni anmakla var olur, senden aldığı ışıkla hayata tutunur. Gözlerimiz ve basiretlerimiz kör, o yüzden göremiyoruz. Çıplak ve cılız gözlerimizle bir yaz günü güneşe veya çok yoğun bir projektöre kısa süre baktığımızda köreliyorsak seni, Nurul Enwar, nasıl görebileceğiz! Bir de ayakkabılarımızı çıkaramadık, karanlık gecede, Eymen vadisinde, kutsal yere adım atmadan önce, Musa gibi! Kabuklarımızı, kalıplarımızı, formlarımızı, alışkanlık ve bağımlılıklarımızı, necasetimizi atamadık, bağlı olan ayaklarımızın prangalarını çözemedik! Ve nuru, işraki ışığı ve aydınlığı örten sayısız perdeyi yırtamadık, kaldıramadık!  Ve sonra kimse önümüze geçip de haykırmadı: “Eyne tezhebun: Nereye gidiyorsunuz?”  Nerdesin ey sarsan inleyiş, gayyur çığlık, uyandıran  sayha, nuru/kıblegahı gösteren pusula, yakaya sarılan nurani el ve cansız bedenlere üfüren İsrafil! Ve battığı yere değil Güneşin doğduğu yere yüzümüzü çeviren İşrak aydınlığı! Çürüdük bu kabristanda, dirilt bizi, hikmet-i işrak, İsrafil! 

Mehmet Mekin MEÇİN (03/05/2013)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.