Yılbaşı Yılsonu ya da Ölüm

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Anneannem Zekiye’nin anısına…

Her son bir başlangıç, her ölüm yeni bir hayattır. Tıpkı her yılsonu yeni bir yılın başlangıcı olduğu gibi. Çünkü insan ölümsüz ve ebedi. Doğumla beraber ayrıldığı mekândan kopuşun soğukluğunu ve acısını iliklerine kadar hisseder ki hıçkıra hıçkıra ağlar ancak dar ve karanlık bir dünyadan alabildiğine geniş ve aydınlık bir dünyaya geldiğini uzun süreler ve temrinler sonucu anlar. Bu dünyadan göç de, pek keyifli gelmez, hüzündür, acıdır, ağıttır peşinden gelen. Ancak tüm görkemi ve genişliğiyle bu dünyanın da aynen cenin halde bulunduğu dünya gibi karanlık ve dar olduğunu epey geç anlar.

Maddi ve heyuli olan şu dünyamızın som cismani bir somutlukta olması birçok geçeği görmemizi engeller. Maddi ve cismani varoluş gerçekte kalın bir perdedir basiretimizin üzerine çekilen. Hâlbuki insani tekâmülün mizanı soyut olanı idrak etmekledir. Soyut düşünce, hayal gücü, zihinsel ufuk genişliği ve fizik ötesi yolculuklar, maddeye bağımlı olmaksızın var olan insani özelliklerin önemli yansımalarıdır. Bazen hayal gücüyle, şehirden çıkabilir, saniyeler çerisinde ülkeyi gezebilir, uluslar arası bir sefere çıkabilir ve tek adım atmaksızın birçok mekânı ve insanı müşahede edebiliriz. Burada duyusal alanımız devrede olmadığı halde salt hayal gücüyle; yerimizden kımıldamadan, tek adım atmadan, göz ve kulak gibi zahiri duyularımızı işe koşturmadan mesafe alabilir, sayısız varlığı görebilir ve sayısız sedayı işitebiliriz. Aynı şekilde uykudayken ve zahiri duyusal alanımız tamamen devre dışıyken; göz kapalı, kulak işitmez, burun koklamaz, ayak tek adım atmaz ve el hiç dokunmazken değişik varlıklar ve mekânlarla irtibat kurabilir, onları görebilir, işitebilir, koklayabilir ve onlara dokunabiliriz. Hem de en hızlı ve en kısa yoldan. O halde gerek hayal gerek rüya, maddi duyusal âlemin sınırlarından kurtulan insan ruhu, tüm bedensel işlevlerle donanımlı olarak maddi ve cismani âlemin dışında müstakil, soyut veya nurani olarak var olabilir ve varlığını daha sınırsız ve kayıtsız şekilde sürdürebilir.

Cismani âlem ve bedensel yapı insan ruhunu sınırlandırmak ve basiretini kapatmakla kalmaz aynı zamanda insan ruhunun namütenahi varlığına ayak da uyduramaz. Çünkü insan ruhunun düşlediği tasarıların birçoğu bedensel duvarlara çarparak geri döner, plan ve programların birçoğu girişilmeden sekteye uğrar. Çocukluktur, hastalıktır, yaşlılıktır, takatsizliktir, halsizliktir, yorgunluktur, açlıktır, susuzluktur yakadan düşmeyen! Gün gün, yıl yıl değişen, dönüşen, bozulan, pörsüyen istikrarsız bedensel duvarlar ve tensel engeller özgürlükler ülkesinin kartal kanatlı ruhunu esir almış, boğazını sıktıkça sıkmaktalar! Heyhat, nerde o narin endam, yorgunluk bilmeyen gençlik, tükenmeyen enerji, eksilmeyen coşku ve bükülmeyen pazu? Şimdi yerde sürünen bir yığın et ve kemik mecmuası yarı insan kılığında sersefil bir yaşlı!

Vakit olur okuyarak sabahlamak istersin ancak beden sana eşlik etmez, yarı yolda seni bırakır ve esir ruhunla uyuklarsın. Vakit olur şartlanırsın, arınırsın, ahitleşirsin kendinle ama tensel tazyik caydırır seni ve saf ruhunla tekrar kirlenir, alçalırsın. Vakit olur planlarsın, tasarlarsın, düşünürsün, tamamlarsın fakat tutar migrenin, başlar sancın, kıvranır uzuvların bitersin, ölürsün… Madde karadır, karanlıktır, perdedir, istikrarsızdır ve de hain! Kesintisiz bir hareket içerisinde olan cisim eskir, bozulur, ölür çünkü!

Her somut eşya ve cismani varlık aslında bizden bir hakikat gizlemekte ve hakiki bir özü ya da arketipi örtmektedir. İnsan, tıpkı ana rahminde kör topal sağa sola kıvranan bir cenin gibi yahut bir elma içinde kıvranıp debelenen bir kurtçuk gibi başka bir dünyanın binlerce varlığına karşı kör ve sağır yaşamada… Bu bakımdan her somut bir gizi, her madde bir hakikati ve her beden bir ruhu esir alıp saklamada… Ne zaman ki uçsuz bucaksız enginliği, derinliği ve sınırsızlığıyla ruh kayıt altından azat olur ve bedensel bağlarını koparıp esaretten kurtulursa –gerek fiziksel ölümle gerekse arınmayla- inanılmaz potansiyeliyle birçok mucizevî olanağa kavuşabilir ve birçok ilahi yetenekle donanabilir.

Bu bakımdan ölüm bir yokluk değil, yeniden doğum ve tastamam bir başlangıçtır, sınırsız ve ebedi bir hayata… Doğan her çocuk dar, kapalı ve karanlık bir mahzenden nasıl çıkıyorsa, nemli ve rutubetli bir zindandan bir mahkûm nasıl tahliye oluyorsa, bıçak altına yatan bir hasta ameliyattan nasıl kurtuluyorsa, ölen bir insan da acı ve kederler mecmuası bu dünyadan, onun bütün endişe ve hayhuylarından kurtulur: Bir karıncanın tam kalbin üzerindeki ayak sesleri, bir arının beyin kemiren vızıltısı, bir örümceğin baş ve gönle tel tel ördüğü ağlarını andıran şu bitimsiz endişe ve sonsuz acıların diyarından tahliye olur.

Somuta ve maddeye kilitli basiretimizle çürüyen ve bozulan bedene ağlarız, kurtulan ve azat olan ruha tebessüm etmeliyken; tıpkı bunca geniş bir dünyaya ve sayısız yakınlarına kavuşan şuursuz bebekler gibi ağlarız! Hâlbuki bizi, ruhtan yoksun o kaskatı bedenle birkaç gün baş başa yaşamaya zorlasalar; irkilir, ürker, kaçarız, en yakınımız olsa bile… Beden karanlıktır, beden hapishanedir, beden korkunçtur çünkü. Bedeni latif, zarif, esnek, yumuşak ve sevimli kılan ruhtur o zaman. Vakta ki ruh ondan ayrılır, onu bir yığın ve kemik olarak orta yerde bırakıp giderse, geride kalan artık bir an önce def edilmesi gereken korkunç bir yabancı hatta canavardır beden…

İnsanın bütün kerameti ve fazileti ruhladır. Çünkü estetiğin merkezinde cemal sıfatıyla duran Allah’tan kopup gelen bir nafhadır. Allah’tan olan bir cüz için yokluk (adem) asla düşünülemez. Allah ebedi olduğu için O’ndan gelen ruh da ebedi ve ölümsüzdür. Bu yüzden ölüp giden maddedir, bedendir, ruh değil! Son derece korkunç ve kesin son zannettiğimiz fiziksel ölümse, ruhu taşımaya takati kalmayan sınırlı bedenin sadece devre dışı kalması ve ruhun tüm bedensel bağlardan kurtulup hakiki yurduna dönmesidir. Çünkü aslı göklerde, sınırsızlık, ölümsüzlük ve özgürlük ülkesinde kalıp da kendisi bir tutam cüzi varlığıyla şu karanlık tensel hapishanenin sıkışık duvarları arasına tıkalı kaldıktan beri acı acı kıvranmakta ve sancı sancı feryad u figan etmektedir. Neyistandan koptuğu günden beri durmadan inleyen ney gibi…

Asıl vatanından ayrılan ruhun kopuşu ve inleyişi, madde gibi kirli ve karanlık bir diyarda kendini düşmüş ve alçalmış hissetmesindendir. Yabancı bir ülkede arafta bekleyen garip bir yolcu, ait olmadığı bir ülkeden vatanına hicret için çıkış yolu arayan bir mahkûm, göksel ve namütenahi seyruseferlerine hiçbir zaman eşlik edemeyen pis kokulu bir yabancının bedevi kollarında bir güvercin gibi her daim düştüğü cehennemden uçarak yükselecek asıl adresinin peşindedir. Bu yüzden ölüm, sadece perişan ve acınacak duruma gelmiş kırışmış deriden ve erimiş iskeletten kurtulmak, morarmış bir cenazeyi, yatalak bir meyyiti taşımaktan halas olmak, ebedi hayata intikal etmektir. Tıpkı yıpranan derisinden kurtulmak isteyen yılanın postundan soyunması yahut paslanmış kınından çekilen kılıcın marifetiyle sınırlı ve engelleyici bir mekândan çıkmak, aslına dönmek, çıktığı veya koptuğu kaynağa geri giderek ölümsüzleşmektir. (İnna lillah we inna ileyhi raciun)

 Mehmet Mekin MEÇİN (01/01/2013)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.