Sezai Karakoç’un Ardından

Yazar: on 29 Mayıs 2022

Şair o büyük ağıtçı geldi dünyamıza

Günlerce gecelerce ağlattı bizi

İrili ufaklı ölenlerimizin ardından

Öldü ve kendi ağıdını yazmadan gitti.”

16 Kasım 2021 Salı günü 88 yaşında, o “ büyük sürgünü”nü tamamlayıp aramızdan ayrıldı Diriliş fikrinin şairi Sezai Karakoç. Sanırım ikindi vakti whatsaptan bir arkadaş paylaşmıştı, Karakoç’un vefat haberini. Her büyük kayıp sonrasında olduğu gibi gayr-i ihtiyari kendi kendime okudum merhum Erdem Beyazıt’ın dizelerini:

“Onlar gittiler/ Giderken bir muştu gibiydiler”

Her ölüm elbet acı verir, hüzne boğar sevdiklerini ama bazılarının aramızdan ayrılışı daha bir hüznümüzü artırır, yalnızlık duygusunu daha bir kesif hale getirir. Onların aramızda yaşıyor olmaları hep bir güven verir bize.. Oysa şimdi güvendiğimiz liman hep boş kalacaktır ve asla yeri doldurulamayacaktır. Yeryüzü artık daha az tekin ve tenha olmuştur, “Âlimin ölümü âlemin ölümüdür.” Hadisinde buyrulduğu gibi. Sezai Karakoç, yaşarken bu dünyadan çok az şey talep etmiştir. Ece Ayhan’ın deyişiyle “Mülkiyetsiz üç Mülkiyeliden biriydi”  o ve hep öyle kalmayı bilinçle tercih etti. İsteseydi büyük bir servet kazanabilir, dünyevi makamlar elde edebilir, gittiği her yerde beş yıldızlı otellerde ağırlanabilir, şatafatlı toplantıların ve ağır davetlerin başkonuğu olabilirdi. Ama halkın içinde o bir derviş gibi yaşamayı, kaleminin emeğiyle kazanmayı buna tercih etti ve gönüllerde en yüce tahta oturdu. Vefatı sonrasında kılınan cenaze namazında onun, her kesimden ve her yaştan insan saf tuttu, cenazesine omuz verdi. Gıyabında salalar okundu, cenaze namazları kılındı ve helallik verildi.

Biliyorum, Sezai Karakoç hakkında ne söylersek söyleyelim hep eksik ve yarım kalacaktır. O, her şeyden önce çok yönlü, çok cepheli bir şahsiyettir: Hep inandığı gibi yaşamış, yaşadığı gibi de inanmış bir aksiyoner, fikirlerinin sahibi ve ödünsüz bir dava adamı, bugünün insanının kolay kolay anlayamayacağı bir prensipler sahibi, bir diriliş muştucusu ve bir medeniyet mefkurecisidir. Ama her şeyden önce büyük bir şairdir. Bu bakımdan onu anlama ve anlatma zorluğu yahut yanlış anlama ve anlatma endişesi, hakkını gereğince teslim etme kaygısı bu satırların yazarının zihninin bir köşesinde hep var olduğunu belirtmem gerekir.

Yaşadığı sürece şahsen tanışma fırsatım olmadı, herhangi bir zamanda ve zeminde bir arada olma imkânı da bulamadım. Bir üniversite öğrencisiyken, efsaneleşen şiiri “ Mona Roza” dışında şiirlerine aşinalığım da yoktu. İtiraf edeyim ki Murat Kapkıner’in o gürül gürül sesiyle bir kasete –sanırım o yıllarda kasete şiir okumak modaydı- okuduğu “ Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirini duyuncaya kadar bu büyük şairin yazdıklarından habersizdim. Elimde küçük bir volkmen- bilmeyenler için söyleyeyim küçük kasetçalar- kulağımda kulaklık, bir odanın içinde döne döne şiirlerini dinliyor ve büyük şairin ırmaklarından besleniyordum. 80’li ve 90’lı yıllarda ilk gençliklerini yaşayanların belki de ellerinden düşürmediği kitaplarıyla hepimizin üstadıydı o:

“ Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz

Bu kesik dansa karşı bana bir şey öğretmediniz

Kadının üstün olduğu ama mutlu olamadığı

Günlere geldim bunu bana öğretmediniz

Hükümdarın hükümdarlığı için halka yalvardığı

Ama yine eşsiz zulümler işlediği vakitlere erdim

Bunu bana söylemediniz

İnsanlar havada uçtu ama yerde öldüler

Bunu bana öğretmediniz

Kardeşim İbrahim bana mermer putları

Nasıl devireceğimi öğretmişti

Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım

Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini nasıl sileceğimi öğretmediniz”

İşte Karakoç’un şiiriyle tanışıklığım böyle başladı. Hızırla Kırk Saat, Taha’nın Kitabı, Zamana Adanmış Sözler, Alınyazısı Saati adını taşıyan şiir kitaplarıyla yıllarca hemhal oldum. İstanbul dışında olmanın getirdiği mahrumiyeti ne yazık ki kitaplarını temin etme noktasında herkes gibi ben de yaşadım. Doksanlı yıllarda Diriliş yayınları arasında çıkan kitaplarının yeni baskıları yapılmadığı için temin etmekte güçlük çekiliyordu. Pek çok kitabını oradan buradan bularak okumaya çalıştım. Sonraları bulabildiğim bütün kitaplarını altını çize çize okudum. Böyle de şanssız ve mahrum bir nesildik bir yandan da.

Sezai Karakoç ,Edebiyat Yazıları I, II, III, Çağ ve İlham I, II, III,IV, Diriliş Neslinin Amentusü, Yitik Cennet gibi düşüncelerini dile getirdiği eserleriyle bir büyük boşluğa işaret eder hep: Sanat ve edebiyat… İslam medeniyeti büyük yara almış fakat batmamıştır. Yaralı bile olsa Batı medeniyetinin insanı nesneleştiren ve makineyle eşitleyen anlayışının tek alternatifidir. Ne ki İslam Medeniyeti kendini sanat ve edebiyatla dile getirmek olanağından mahrumdur. İslam, canlı olarak duruyor ve fakat edebiyat faaliyeti henüz yeterli bir ses, muhteva çeşitliliği ve etki gücüne ulaşamamıştır. Bir kıpırdanış vardır ancak bütün dünyayı ürpertecek bir güce ulaşmamıştır. Batı medeniyetinin insanlığa vadedeceği hiçbir şey kalmamıştır. İnsanlık bir bunalımın eşiğindedir. İlk çağların Doğu mistisizmi kendini yenileme gücünden yoksundur. Hem Doğu’yu ihya edecek hem de bunalımın eşiğindeki Avrupa’nın beklediği şey gerçekte İslam Medeniyetidir. Çağı kuracak ve anlamlandıracak bir dirilişe bizim medeniyetimiz dışında çare yoktur. Âdemoğlunun kurtuluşu bize bağlıdır. Öyleyse  Kur’an ve Sünnet ışığında vahiyden beslenecek, İslam tarihinden, metafizikten, halkın bilinçaltından ve gelenekten yararlanacak yeni bir dile, dünyayı kavrayacak ve muhatap kılacak bir estetiğe ve sanat telakisine ihtiyaç vardır, der. Dokunduğuna can verecek bir gül medeniyeti, insanı kuşatan ve esir alan maddi alemin ötesini de gösteren, sürgün ülkeden özülkeye yücelten bir medeniyet fikrinin alt yapısını oluşturmak bilinç ve sorumluluğunu üstlendi. Hızırla Kırk Saat’in bir yerinde

“ bir gülü yetiştirmek için

Yaratılmışız

Şükür Tanrıya” der.

Bir bakıma geleceğin ümit nesli olarak gördüğü Taha’ya söyletir söyleyeceklerini.

“ doğ kendi çeşmenden kendi uygarlığından

Ağacın topraktan

Çiçeğin ağaçtan

Suyun dağdan doğduğu gibi

Çeşmenin şahdamarını

Bir kere daha zorluyor

Tarihin çeperi”

Ve o meşhur şiirinde okuru güzel bir başlangıca davet yapar: Şiire gülle başlamak. Bizim medeniyetimizin sembolüdür gül imgesi. Küf tutmuş kilitler, pas tutmuş kilitler açılır ve senin sesin yükselir birden, karanlıkları dağıtırken:

Gelin gülle başlayalım atalara uyarak
Baharı kollayarak girelim kelimeler ülkesine
Bir anda yükselen bir bülbül sesi
-Erken erken karlar ortasında
Güneş dönmüş ışık saçan bir yumurta-
Bana geri getirir eski günleri
…Paslanmış demir bir kapı açılır
Küf tutmuş kilitler gıcırdarken
Ta karanlıklar içinde birden
Bir türkü gibi yükselirsin sen

Teknolojinin hükümran olduğu, “hikmet”i elinde bulunduranların var olma savaşı verdiği, umudun Kaf Dağına çekildiği ve aşağılık bir kompleksin aydınlarımızı tutsak ettiği bu çağa konuşur Karakoç. O naif ve içli sesiyle bu kara bulutların bir gün dağılacağını, bu karanlığın geçici olduğunu, medeniyet ateşinin sönmediğini sadece üzerinin küllendiğini dile getirir. Ve  önümüze “kitab”ı koyar.

“ yeni bir çağın önüne

Yeni kitabı koyuyorum

Bir sayfada Kur’an’a

Bir sayfada Kabe’ye açılıyorsun”

Şüphesiz Sezai Karakoç çok önemli bir değerdi. Onun gidişiyle büyük bir boşluk oluştu edebiyat ve fikir dünyamızda. Bunu bir kez daha vurgulamam gerekir. Sezai Karakoç, en nihayetinde bir sürgün olarak gördüğü mekândan asli mekana tebdil-i mekan eyledi. Bir bakıma “Sürgününü geri çağıran” asıl sevgiliye kavuşmuş oldu. Bize düşen onun bize bıraktığı mirasa sahip çıkmak ve daha ileriye taşımak. Bu yazının kendisine belirlenen sınırlarını aştığının farkındayım. Bu vesileyle bir kez daha Sezai Karakoç’a Allah’tan rahmet diliyorum.

“Benim mirasıma yeryüzünde

Yel çıbanı çıbanı çıkaranlar konacaklar bilmeden

Benim oğullarım onlardır

Yapraklarımı onlar okuyacaklar”

Seyfettin Ay



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.