Sosyoloji-Sağlık İlişkisi (2): Sosyo-Kültürel Boyut

Yazar: on 20 Temmuz 2022

Çok değil, bundan yaklaşık 20 yıl önce, sağlık ve hastalık denildiği zaman hastaneler, doktorlar, hemşireler, ilaçlar ve ilk yardım çantaları akla gelmekteydi. Ancak günümüzde artık beslenme şekilleri, spor alanları, alternatif tıp, sağlık kulüpleri ve sağlık kontrolleri gibi çok daha geniş bir alan akla gelmektedir. Bundan dolayı, sağlığın kültürün bir parçası haline geldiği, batı toplumları tarafından anlaşılmıştır. Sosyoloji ve sağlık farklılaşmasında, hastalık ve rahatsızlık kavramlarının içerdiği anlamlar dikkat çekici derecede önemlidir. Sosyoloji, daha çok hastalığın nedenleri ve toplumsal bir rol olarak hastalıkların özelliklerine odaklanmaktadır (Kasapoğlu, 1999: 4). Hastalık, vücutta çeşitli fiziksel belirtilerle ortaya çıkan patolojik değişiklikleri ifade ederken, rahatsızlık ise, bireyin bu belirtilere tepkisi ve anlamlandırması olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla hastalık, daha çok tıpçıların bir meselesiyken, rahatsızlık ise doğal olarak, daha çok sosyologların alanına girmektedir. 

Özellikle 2020 yılında başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan covid-19 pandemi döneminden itibaren, sağlık konusunun hayatımızda birinci derecede yer alması, sağlık ve hastalık konusunun sadece medikal boyutta ele alınamayacağını açıkça ortaya koymaktadır. İnsan ve toplum yaşamının ön koşulu olarak sağlık ve hastalık, toplumsal kurumlar arasında (aile, din, siyaset ve eğitim gibi) otoritesini yeniden tesis etmektedir. Sağlık olgusunun, sosyo-kültürel bağlamı ihmal edildiğinde, insanın bir cisim haline gelerek mekanik bir toplum tasarımının ortaya çıkacağı görülmektedir. Dolayısıyla öncelikli sorumluluk, kamu hizmetlerinin yürütücüsü olarak sağlık otoritelerinin, çok boyutlu ve bütüncül bir paradigmayla toplumsal programları revize etmeleri gerekmektedir. 

Modern toplumu, kendinden önceki geleneksel toplumdan ayıran önemli özelliklerinden biri, rasyonel ve karmaşık örgütlerin gelişmesi ve büyümesi olarak ifade edilmektedir (Kasapoğlu, 1999: 21). Şener’e göre ise modern çağın temelleri, insan-kâinat-toplum ilişkisinden, insan zihniyle çevrelenmiş tek boyutlu bir hayat anlayışından hareket etmektedir. Modern tasavvur, her türlü ilahi ve geleneksel bilgi ve değerden arınmış faydacı ve bireyci bir hayat tasavvurudur. Bir başka ifadeyle modern zihin, tanrı-merkezli evren tasavvurunun yerine insan-merkezli bir kâinat tasavvurunu oturtulmaya çalışılmasıdır (Şener, 1998: 58-59). Medikalleşmenin, sanayileşmenin, bilimselleşmenin ve rasyonelleşmenin adı olan modernleşme süreci, dünya için ve özellikle de orta çağ Batı Avrupa’sı için, ebetteki kimi önemli ve faydalı sonuçları da olmuştur. Ancak burada bizim söz konusu edip eleştirdiğimiz durum, bu değişim ve yenilikleri herhangi bir değerlendirme yapmadan kabul edip, benimsemektir. Dolayısıyla modernleşme olgusu ve onun çıktılarından biri olan sağlıkta medikalleşme sürecinin kabulü ve reddi konusunda bilinçli, seçici, bütüncül bir yaklaşım içerisinde olunması gerekmektedir.   

Sosyolojideki yeni mikro yaklaşımlar, nasıl ki modernleşmeye eleştirel bir tutum takınmaktaysalar, modernleşmenin hem bir çıktısı ve hem de yeniden üreticisi konumunda olan medikalleşmeye de benzer bir tutumla yaklaşmaktadır. Tıpta medikalleşme, modernleşmenin birçok çıktısı gibi hem olumsuz anlamda eleştirilmektedir, hem de insan hayatına sağlamış olduğu kolaylıklar ile de olumlanmayı hak etmektedir. Bu çalışmada, modernleşmeye eleştirel bakan kimi düşünür ve yaklaşımın, sağlık ve hastalık hakkındaki düşüncelerine yer verilmektedir.  

Modernleşme ile birlikte ortaya çıkan Biyomedikal sürece eleştirel bakan önemli isimlerden biri İvan İllich’tir. İllch, “Sağlığın Gaspı” adlı eserinde dikkat çekici bir çıkarsamada bulunmaktadır. Medikalleşmenin ve uzmanlaşmanın ortaya çıkmasını, sanayileşme olgusuna bağlayan İlich’e göre modern tıbbın gelişmesi, doktorlara olan bağımlılığı arttırmıştır. İnsanların, kendi kendini iyi edebilme kabiliyeti, böylece ellerinden almıştır. İllich, sağlık alanını, şirketlerin ve piyasa tahakkümünün bireylere olan etkisi şeklinde görmektedir. Kitleleştirilen birey, sağlık sektörünün tüketici bir parçası haline getirilmiştir. Özellikle ilaç firmalarının ve tıbbi teknoloji sunan şirketlerin sağlık alanındaki etkisi, sağlık sektörünü bireye ve topluma hizmet götüren bir alan olmaktan çıkarmıştır (Tecim, 2016: 45-49). İllich, bireyin genel anlamda tam bir iyilik halinin sağlanabilmesi ve sürdürülebilmesi esasına dayanan sağlık hizmetlerinin, artık sektörle bazda kar amacı güden ve bu uğurda insan sağlığını öteleyebilen veya araçsallaştıran bir üst kuruma dönüştüğünü dile getirmektedir. 

İllich, sağlık konusunda asıl eleştirilerini şu şekilde özetlemektedir. İlk olarak sağlık sektörü, potansiyel yararlarından daha çok, insana zarar veren bir duruma gelmiştir. Ayrıca toplumu sağlıksız kılan koşulların üstünü örten bir sağlık anlayışının hâkim olduğunu ve bu hâkim anlayış, olanları araştırmaktan başka bir şey yapmadığını iddia etmektedir (Tecim: 2016: 50). Sonunda bireyin, kendi kendini iyileştirme ve çevresini biçimlendirme gücünü elinden alan tahakkümcü sağlık politikaları bulunmaktadır.  

Post yapısalcılığın önemli temsilcilerinden biri olan Michel Foucault da sağlık tartışmaları konusunda farklı bir yaklaşım ortaya koymaktadır Foucault’a göre modern tıp, bir sosyal kontrol aracıdır. İktidarın tıp bilimi aracıliğıyla bedeni medikalleştirilmesiyle, sağlık kurumu bir sosyal kontrol sürecinin aracı haline gelmiş bulunmaktadır.

Foucault’un önemli iddialarından biri de hastalığın asla doğada bulunan patolojik bir durum olmadığıdır. Foucault, Deliliğin Tarihi, Kliniğin Doğuşu, Akıl Hastalığı ve Cinselliğin Tarihi gibi eserlerinde “Panoptizm” olarak ifade ettiği bir teori ortaya atmaktadır. Bu teoriye göre iktidar, panoptizm ile insanları gözetlemekte, düzenlemekte ve böylece denetim altında tutmaktadır(Tecim, 2016: 66-67). Bu biçimlendirme ve denetleme araçlarının ise kurumsallaşmış şekilleri olan tımarhaneler, hapishaneler ve hastaneler, en önde gelen etkin araçlar olduğuna dikkat çekmektedir. Foucault, Kliniğin Doğuşu adlı eserinde, medikalleşme sürecini, tıbbi güç olarak adlandırmaktadır. Tıpçıların yapmış olduğu tetkikleri ve medikal tanımlamaları, toplumdaki düzensizliği ve sapkınlığı ortaya çıkaran iktidarın yeni güç unsurları olarak tanımlamaktadır. Bir başka ifade ile Batı’nın modernleşme ve rasyonelleşme tarihinde toplumsal gerçekliğin yeni bekçileri, polisler ve rahipler değil, hekimler ve diğer sağlık çalışanları olduğunu ortaya koymaya çalışan Foucault, klasik sosyolojinin kimi yaklaşımlarını da eleştirerek sosyolojinin bu yönüyle sosyal tıbbın bir alt dalı haline geldiğine dikkat çekmektedir. 

Özetle söylemek gerekirse Modern tıbbın eleştiriye konu olan yönleri, bedeni küçük parçalara ayırarak çoğu zaman hastanın duygusal ve ruhsal bir varlık olduğunu görmezden gelerek, sağlık alanının medikalleştirilmesine ve iktidarın bu yolla sağlık kurumunu, toplumu ve bireyi değiştiren, düzenleyen ve gözetleyip tahakküm eden bir aygıta dönüştüğüne dikkat çekmektedir. Bununla birlikte İllich’in de vurguladığı gibi Modern tıbbın veya sağlıkta medikalleşme sürecinin, bireyin kendi başına hastalığını yenebilme veya onunla baş edebilme kabiliyetini de ortadan kaldırması açısından olumsuz anlamda değerlendirilmektedir. 

Ancak tüm bunlarla birlikte, sağlık alanında modern tıbbın kimi toplumsal ve bireysel kazanımları da son derece önemli ve yerindedir. Örneğin modern tıp, bilimsel temellere dayanan iddialarıyla, kulaktan dolma bilgilere itiraz ederek büyücülerin, falcıların veya şarlatanların ipliğini pazara çıkartmıştır. Teknik anlamda yapmış olduğu buluşlarda, göz kamaştırıcı derecede bir ilerleme kaydetmiştir. Örneğin modern tıpta 1895’te, röntgenin bulunması ile artık hastaya dokunulmadan bedenin içinin fotoğraflanması, anormal durumların tespit edilmesi kısa sürede ve etkili bir biçimde hastaya müdahale edilip hastalığının teşhis edilmesine olanak sağlamıştır(Tekin, 2016: 80-81). Yine 1850’lerden sonra, morfinin tıpta kullanılmaya başlanması ile birlikte, modern anestezi geliştirilmiştir. Bu sayede çok ağrılı ve sancılı geçen doğum ve cerrahi operasyonlarında, genel veya lokal anestezinin bedene uygulanması neticesinde söz konusu ağrı ve sancılar hafifletilmiş, hatta büyük oranda ortadan kaldırmıştır. Ancak özellikle genel anestezi uygulanan hasta, ameliyat sırasında acı duymamakla birlikte, bütünüyle bedenini hekime teslim ederek, kendi bedeni üzerindeki denetimini böylece bütünüyle yitirmiş olmaktadır. Bu şekilde hekim, kendisine teslim olmuş beden üzerinde rahatlıkla operasyon yapabilmektedir. 

Günümüzde insan bedeni, çoğunlukla gözlerini hastanede hayata açmakta ve yine aynı beden, gözlerini hastanede hayata kapatmaktadır. Kundak ve kefenin arasında adeta bir can simidi olarak görev yapan kuşkusuz sağlık kurumu ve hekimlerimizdir. Bununla birlikte tıp teknolojisinin sert ve soğuk yüzü karşısında, kanlı, canlı ve yumuşak olan insan bedeninin ürkmemesini düşünmek, asla doğru değildir. Delici, kesici aletlerin, bedenin içine sokulması MR ve tomografi cihazlarının, soğuk ve korkunç karanlığından, yoğun bakım ünitesinde ölmekte olan bedeni, adeta zorla hayata tutmaya çalışan mekanizmalarına kadar, ürkütücü ama bir o kadar da insan için hayati bir durumda olan araçlarıdır(Tekin, 2016: 95). 

Tüketim toplumunda sağlığın bedenle ilişkisi üzerine yoğunlaşan Jean Baudrillard Kötülüğün Şeffaflığı” adlı eserinde ilginç eleştiriler öne sürmektedir. Ona göre tüketim toplumunda sağlık, hayatta kalmaya bağlı temel bir değer olmaktan çok statüye bağlı toplumsal bir değer yükleme durumuna dönüşmüştür. Tüketim toplumunda sağlıklı bir bedene sahip olmak, ancak tüketim toplumunun bir üyesi olma mecburiyetine bağlanılmıştır.

Baudrillard’a göre, tüketim kültüründe ince bir bedene sahip olmak, genç ve aktif kalmak, sağlığın bir göstergesi olarak görülmektedir. Bedenin diyet ve disiplinle sosyal olarak inşa edildiği bir toplumda zayıflık ve incelik, bir güzellik normu olarak kabul edilmektedir. Tüketim kültüründe sağlıklı birey, adeta yeniden yaratılmak istenmektedir. Botoks’tan yağ aldırmaya, göğüs büyütmekten burun estetiğine, Saç ekiminden cinsiyet değiştirmeye kadar tüketim toplumundaki birey, adeta yeniden inşa edilmektedir. Günümüzde sağlıklı olma durumu, bir taktik olarak hastalıktan daha fazla zihin dünyamızı meşgul etmektedir. 18’inci yüzyılın sloganı “mutluluk” iken, 19’üncü yüzyılın sloganı ise “özgürlük” olmuştur. 20’inci yüz yıl toplumunun sloganı ise “sağlık” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu arada, sağlıklı olmanın standartlarını dünya genelinde belirleyen tek yetkili merci ise Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) 21’inci yüzyıldaki sloganı ilginçtir, “herkes için sağlık” olmuştur(Tekin, 2016: 98-100). 

Sağlık ve hastalığın Biyolojik ve psikolojik temellerinin yanı sıra toplumsal anlamdaki kökenleri de bulunmaktadır. Bireylerin hasta ya da sağlıklı olmaları din, ekonomik durum, sosyal tabakalaşma, aile yapısı, medeni durum ve göç gibi birçok değişken gösterilebilmektedir. Bu değişkenlerden biri de toplumsal cinsiyettir. Toplumsal cinsiyet yani gendar kavramı, kadınlarla erkekler arasındaki farklılıkların toplumsal düzlemde kurulmuş yönlerini ifade eden bir kavramdır. Cinsiyet (sex) kavramından farklı olarak toplumsal cinsiyet (gendar), toplumdaki kadınlık ve erkeklik rollerinin, toplum tarafından belirlenmesini ifade eden bir yaklaşım tarzıdır( Günler, 2016: 103). Cinsiyet, kadın ve erkek olmak üzere ikili bir sınıflamaya karşılık gelmektedir. Cinsiyet, bebeğin doğduktan sonra, hatta doğmadan önce sahip olduğu biyolojik cinsiyete karşılık gelmektedir. Cinsiyet farklılığı, kişilerin sahip olduğu kromozomlar ve genetik farklılığa dayanmaktadır. Toplumsal cinsiyet kavramı ise toplumsallaşma olgusuyla son derece ilişkili olan bir kavramdır. 

Sosyolojide toplumsallaşma kavramı, toplumsal analizlerinde kilit kavramlardan biridir. Kişilerin toplum içinde nasıl davranmaları gerektiğini öğrendikleri bir süreçtir. Toplumsallaşma süreci, bireylerin doğumdan itibaren başlayan kadınlık ve erkeklik rollerine bürünerek, davranış sergiledikleri bir süreçtir. Toplumlarda erkeklerden erkeksi yani maskülen, kadınlardan kadınsı yani feminen cinsiyet rollerini benimsemeleri beklenmektedir. Dolayısıyla toplumsal cinsiyet teorisinin iddiasına göre toplumdaki cinsiyet rolleri öğrenilen rollerdir. Toplumsal cinsiyetin inşa ettiği erkek bedeni dayanıklı, sağlıklı ve güçlüdür. Kadın bedeni ise hastalıklı, zayıf ve dayanaksızdır. Bu durum, sağlık açısından değerlendirildiğinde erkeklerin kendilerini sağlıklı, kadınların ise hasta hissetmelerine sebep olabilmektedir. Toplum, erkek çocuklar büyütürken, erkeğe özgü çeşitli kavramlara başvurmaktadır. Örneğin güçlü olmak, evin reisi olmak, karına ve çocuklarına bakmakla yükümlü olmak, duygularını gizlemek, her alanda başarılı olmak, bağımsız ve maceracı olmak, gerektiğinde fiziksel güce başvurabilmek, ağlamamak ve kadınsı davranışlar sergilememek erkeklerin sergilemesi gereken bazı davranışlardır. Kadınlardan beklenilen ise duygusal, merhametli, fedakâr itaatkâr ve uyumlu olmalarıdır. 

Toplumsal cinsiyet teorisinin iddiasına göre, kadın ve erkeklere verilen bu roller, onların sağlıklı veya hasta olmalarına zemin hazırlayabilmektedir. Kadınlar, şikâyetlerini bildirme konusunda erkeklere göre daha istekli oldukları görülmektedir. Kadınların sağlıkla ilgili şikâyetlerini bildirmelerinin normal karşılandığı bir toplumda, kadınların bu davranışı sergilemeleri oldukça beklendiktir.  Kadınlık ve erkeklik rollerinin toplum tarafından verildiği/öğretildiği bir kültürde erkekler her zaman güçlü görünmek istendiği için hasta olduklarında bu durumu başkalarına ifade etmekten kaçınabilmektedir. Erkeklerin hastalık belirtisi göstermelerine rağmen, bunu saklamaları ve yok saymaları erkekçe ve gurur verici bir davranış olarak kabul edilmektedir. Ancak bu durum, erkeklerin hastalık belirtilerini görmezden gelmelerine ve dolayısıyla hastalıklarının geç teşhis edilmesine ve en nihayetinde de erken ölmelerine neden olabilmektedir. Kadınların ise hastalıklarını açık bir şekilde ifade edip kolaylıkla yardım istemeleri, hastalıklarının daha Erken teşhis ve tedavi edilmesine ve dolayısıyla da daha uzun yaşamalarına sebep olabilmektedir(Günler, 2016: 107). 

Toplumsal cinsiyet teorileri modern sağlık alanına getirdiği görece ciddi eleştirilerden biri de tıp kültürü içinde hekimlerin, erkek sağlığından çok kadın sağlığına dikkat çekerek kadınların hasta olarak inşa edilmesine sebep olmalarıdır. Örneğin kadın hastalıklarıyla ilgili bir uzmanlık birimi varken, erkek sağlığıyla ilgili bir uzmanlık dalının bulunmaması ilginç değil midir? Dolayısıyla medikalizasyon sürecinde kadınlar, doğal hastalar olarak görülmesinin arka planında toplumsal cinsiyet rollerinin olduğunu söylemek mümkündür. Kadınlara verilen veya onlardan beklenilen rollere paralel olarak beliren zayıflık, çaresizlik ve bağımlılık gibi duygular, onlarda depresyon hastalığına neden olmaktadır. Sosyalleşme sürecinde kadınlardan empatik duygular geliştirmeleri, daha duyarlı olmaları ve sosyal ilişkilerinin güçlü olmaları gibi davranışlar göstermeleri beklemektedir. Toplumsal cinsiyet teorisinin iddiasına göre, toplum tarafından kadınlara verilen bu roller, onların ruh sağlığını, olumlu yönde etkilediği gibi, yine toplum tarafından verilen başka kimi roller de onların ruh sağlığını olumsuz anlamda etkilediğini ortaya koymaktadır. 

Ruh sağlığı açısından duygularını rahatlıkla ifade edebilmek son derece önemlidir. Toplum tarafından erkeğe verilen güçlü olma, ağlamama, mert ve cesur olma gibi kimi roller de erkeklerin ruh sağlığını olumsuz yönde etkileyebilmektedir. Yapılan araştırmaları gösteriyor ki erkekler kadınlara göre ölümcül hastalıklara daha çok yakalanırken, kadınlarda ise kronik hastalıklar daha yaygın görülmektedir. Duygularını gizleyen erkeklerde baş ve bel ağrıları, yorgunluk, bağırsak hastalıkları ve ülser gibi hastalıklar daha yaygın görülmektedir. Yine maço yaşam tarzını benimseyen erkekler, kalp krizi geçirerek ani ölümlerle karşı karşıya oldukları tespit edilmektedir. Toplumdaki erkeklik ve kadınlık rolleriyle, beslenme arasında da ciddi bir ilişki olduğunu iddia eden toplumsal cinsiyet teorisi, şu tespitlerde bulunmaktadır. Kadınsı ve erkeksi beslenme şekilleri vardır. Örneğin biftek yemek erkeksilikle ilişkilendirilirken, sebze yemek ve vejetaryen beslenmek, kadınsılık ile ilişkilendirilmektedir( Günler, 2016: 116). Kadınlar, erkeklere oranla daha fazla meyve, sebze, balık ve hafif yiyecekleri tercih ederken, erkekler daha çok kırmızı etle beslenmeyi tercih etmektedir. Kadınların erkeklere oranla beden imajlarını daha çok önem vermeleri, anoreksiya nevroza ve bullimia nevroza gibi beslenme bozukluklarıyla karşı karşıya gelmelerine neden olabilmektedir. 

Sağlıkla kişiler arası ilişki kurma arasında da bir bağ bulunmaktadır. Kişiler arası ilişkileri kuvvetli olan kişilerin, zayıf kişilere oranla daha sağlıklı olduğunu söylemek mümkündür. Kadınların erkeklere göre daha iyi kişiler arası ilişki kurmaları ve bu anlamda Pierre Bourdieu’nun  kavramıyla ifade edecek olursak, kadınların daha çok sosyal sermayeye sahip olmaları, onları daha sağlıklı yapabilmektedir.

Habip MEÇİN

17.07.2022

KAYNAKÇA:

Tecim, E. (2016), “Sağlık Sosyolojisi Yazıları”, Açılık Kitap: İstanbul.

Şener, S. (1998), “Sosyoloji, Sosyal Bilimlere Alternatif Yaklaşım”, İnkılab Yayınları: İstanbul.

Kasapoğlu, M. A. (1999), “Sağlık Sosyolojisi Türkiye’den Araştırmalar”, Sosyoloji Derneği Yayınları: Ankara. 



“Sosyoloji-Sağlık İlişkisi (2): Sosyo-Kültürel Boyut” için 1 Yorum yapılmış

  1. Fatıma dedi ki:

    Tıp anlayışının tekelleşmesi ve bir merkezden idare edilmesi gerçekten endişe verici. Özellikle kutsal değerlerin yok sayıldığı, insan bedeninin mekanik bir varlığa indirgendiği pozitivist bir anlayışın hakim olduğu göz önünde bulundurulursa müslüman toplumlar için durum daha da kaygı verici bir manzara arzediyor. Önümüzdeki süreçlerde tüm bu meselelerin daha çok tartışılacağını düşünüyorum. Çok kıymetli bir yazı gerçekten elinize sağlık…

Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.