Uyanmış Göz
Yazar: Erkan KADĞA on 11 Ekim 2022
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, Allah’ı tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir varlık yoktur. Fakat siz, onların tesbihlerini iyi anlamazsınız. Şüphesiz O, halimdir çok bağışlayandır”
İsra Suresi: 44
Nasıl olur bu Allah’ım!
Bu nasıl olur?
Nasıl olduğu hakkında hiçbir fikri yok, birdenbire açılıverdi gözleri.
Keşke açılmaz olaydı. Keşke açılmaz olaydı, kör olaydı, dağlanaydı, şişleneydi, en azından yoğun sisli olaydı ama dirilmeyeydi, açılmayaydı. Her şey onun açıldığı o ilk an başladı çünkü. Uyanmanın farkına vardığı ilk an, mum gibi, bir noktada donmuş bir bakışın içinde, için için yandı. Bağırdı, feryatlar etti ama kimse gözlerini duymadı. Deli danalar gibi, su isteyen tuzlanmış mandalar gibi, alev renkli bir odaya hapsolmuş boğalar gibi her bulduğu duvarı boynuzladı. İnanır mısınız, binlerce defa yürüdüğü yollarda etrafına bakına bakına yürüdü artık anlıyor oluşuna hiçbir anlam veremeden. Yüzündeki kocaman aptal gülümsemeyi aradı günlerce. Çünkü ancak bir amaç uğruna yüzünde aptal olabiliyordu o gülümseme ve artık hiçbir yere amaçsızca gidemiyordu Allah’ım! Huzursuzdu, tedirgindi, ürkekti çünkü çok korkuyordu, içine çökmüş, sırtını dayadığı dağları sırtına almış, yol alıyordu yollardan. Yolu görüyordu Allah’ım. Yüce Allah’ım! Ne ağır bir şeydir görmek. Dağları, dağların yüklenemediği ile beraber nefes nefese yüklenmek. Oysa güzeldi mutfak ve tuvalet arasında gidiş gelişlerle hayat.
Ucuzdur, çünkü umutları sadece dünya kadardır milyarların. Kısadır, çünkü hayalleri de dünyadadır. Her şeyleri dünyadır ve dünya her şeyken gerçekten çok güzeldir Allah’ım! Milyarlar içindedir, içindekiler milyarlarcadır ve kadarı milyarlarca olan her şey çok azdır ama onlar bunu bilmiyorlardır ve bu gerçekten çok daha güzeldir Allah’ım. Ucuzdur veya kısadır ama tüm dünyanın ederi herkes için bir tek kahkahadır sonuçta. Kahkahadan daha bir kahkaha olanı olamaz da. Boğazda da kahkahadır, azda da. Kemanda da kahkahadır sazda da. Herkes, herkes gibidir ve bu güzeldi Allah’ım. Dünyası iki odalı evidir, bütün hayali üç odalı bir evdedir, kendisi dünyadır ve kendisi sadece kendi kadardır.
Sonra olan oldu işte ve “gördü” uyanmak. Meğer bir sonsuzluk varmış ama asla göremeyeceği. Uyanmış bir tek iradenin bile görmediği sonsuz, var mıdır Allah’ım? Buna… böyle… bu, nasıl diyeceğini bilmiyordu ama çok acıtıyordu Allah’ım. Oysa her taşın altına bakmak ister uyanmışsa bir “görmek”. Varsa, oraya gitmek ister. Ne kadar uzunsa yol, o kadar uzun kalmak ister. O “Görüyordur”. Evet, “var”. Ama sadece o kadar. Zaman da kısa, varlığın içinde yok kadar. Ve yok kadar olan bir gezegenin içinde hapsolmuş olarak bitecekti varlığı. İşte sırf bundan ötürü, artık dünyadan bir isteyeceği ve isteyeceği bir dünyası kalmamış olmak çok acıtıyor Allah’ım!
Bütün suç ondaydı. Hiç görmeseydi, görmeyi de hiç istemeyecekti”. Annesi, annesi gibi yaşarken, o önce, annesinin annesi gibi yaşıyor oluşuna, sonra daha öteye baktı. “Var” ve “var olduğunu bilen varlar” vardı. Onları biriktirmeye başladı. İnsanlar, ezilmişler ve ezenler, teknik, tarih, şiir, Kur’an… Biriktirdiklerinin üzerine yüksek kuleler inşaa etti, üstüne çıkıp uzaklara baktı. Okudukça acıktı, gördükçe susadı. Dağlar gibi biriktirdi. Çünkü biriktirip biriktirip üstüne çıkacaktı “görmek”, daha uzakları ve sonra daha daha uzakları yani görecekti işte Allah’ım!
Sırtına çıkacağı dağlar inşaa etmek isterken sırtında dağlar inşaa ettiğini gördü. “Bana ne? Görmek istemiyorum Allah’ım! Çeşme başlarını mesken edinen su perisinin güzel kızını arayacağım” dedi ve çeşme başlarını mesken edinen su perisinin güzel kızını ararken buldu kendi gibi çaresiz birilerini. Hüznün tanıdık gözlerinden tanıdı onları, kaybolmuşun bilindik ürkekliğinden, aktif olmuş panikten, görmenin dehşetinden bir anda yaşlanmış gözbebeklerinden. O yolda, masum bir uykunun derinliklerine dalmış bakmayanlar gördü, etraflarını sarmışken şeytan gözlüler. O yollarda galip medeniyetin güçlü ordularını gördü, dayatılan kültürlerini. Bilimin yalanlarını, okuyanı kör eden teknolojileri, doğrulara saplanmış vahşi algılar gördü… O yolda yırtık terlikleri, aç bebekleri, tutukluk yapmış terimleri, titrek bilgiçleri, şeytan ve hileleri, başı dik sefilleri gördü ve artık uyuyamıyordu Allah’ım. Gözlerini kapadıkça daha bir uykusu kaçıyordu, fal taşı gibi açılıyordu gözleri. Bir şeyler yapmalıydı, kendisinin içinde olmadığı birileri, bir şeyler yapmalıydı.
Kapadı gözleri. Allah’ım, neredeydi bu çeşmebaşı su perileri. Başka bir şey görmekten kaçmak istediğinde ve gerisin geri döndüğünde gördü, tam karşıda, yıkılmak üzere olan bir duvarın dibinde toz toprak içinde kendini. Kafese konmuş yetimler, siner. Varsa, yeleleri dökülür, dişleri sökülür kükremeyi bile unuturlar. Ayakları görmedikleri prangalarla bağlanır ve etraflarını sarar iyi giyinmiş çakallar. Her tarafa dağılıyorlar, her tarafa hırlıyorlar, havlıyorlar, onunla beraber dünyayı Batı’ya doğru sürüklüyorlar
Gördü, insanlar artık insan değildi. İstemsizce bir tarafa “Uyanın” diye seslendi, diğer tarafa “utanın” diye bağırdı. Gözleri mahmur bir kaç kişiye “bağırın” dedi. Amacı uzaktakinin uyanması değil, bağıranların uyanık kalmasıydı. Çünkü “bağıran” uyuyamazdı, “bağıran” için bir şeyler netti ve her şeyin net olması için, bir şeylerin net kalması gerekirdi.
“Allah’ım her şey güzeldi” dedi “görmek”, yürürken. Gözleri açıldı uykudan. “Meğer rüyaymış bazen, gördüğünü zannetmek” dedi. Sesi kısılmış, boğazı yanıyordu. Çünkü ses azaldıkça o daha çok bağırıyordu. Çünkü bağıran birilerinin gözlerinin feri sönmüş, susmuşlar ve tekrar uyumak istiyorlardı. Bir çöl’ün serabına kapılmışlar, kan ter içinde durmadan sarı kum tanelerini toplayıp biriktiriyorlardı. “Durun” dedi, “Allah aşkına durun, vazgeçin toplayıp biriktirmekten”
“İşte çil çil, sarı sarı, işte birikmiş tepeler, işte simya” dediler ve tekrar kapandı “Toplayıcıların” gözleri.
O yürüdü. “Allah’ım bu sınırsız sahiplik yoksunluğundan ve daha çok biriktirme yoksulluğundan koru beni” dediğinde “görmek”, birdenbire bir daha, daha bir uyandı gözleri. “Meğer bir serapmış bazen, gördüğünü zannetmek” dedi ve esrar kokulu bataklık sislerinin içinde, yüzleri çamurla boyalı fundalık cadılarına aşık olmuş “Çamurcuları” gördü. “Uy (u)mayın” dedi “Allah aşkına uymayın eskiyip çürüyecek olana!”.
“İşte renkleri, işte tüyleri, işte güzel, işte güzelin gözleri” dediler ve tekrar kapandı toz pembe örtülmüş “çamurcuların” renksiz gözleri.
“Allah’ım çamura müptela olmaktan koru beni” dediğinde “görmek” bir daha açıldı gözleri. “Meğer sarhoşluk haliymiş bazen gördüğünü zannetmek” dedi ve gördü dağı başında irtifa vurgunu “koltukçuları”. “İnin” dedi “Allah aşkına inin o koltuklardan, orada ne dağlar gibi yükselebilirsiniz, ne de göğe ulaşır başınız!” Ama alçaklarda birilerinin şaşı gözleri, “yükseklerde” görüyordu kendini.
“Çok yüksek, çok saygın, işte koltuk, işte güç, işte Allah’ın parmağınıza geçirdiği Süleyman’ın yüzüğü” dedi ve tekrar gömdü derinlere vurgun yemiş kanlı gözleri.
Umudunu yitirmişken, “tembellik” ve “memnuniyete” bile yenilmişken, acılar içinde, yolsuzluk yoluna saptı ve işte orada bembeyaz sakalıyla, çalılıklardaki ateş kesti önünü. Ve dedi:
“Görmekten kurtulmak istiyorsa biri, bir hal ve çaresi daha bulunamadı “kuru akıldan” daha iyi. Çünkü kendini akıllı görenden daha çok zifiri karanlıklara gömülmüş bir kör görülmedi daha.
Ve dedi: kuru akıldan daha yan etkili, iyi kör eden teknik, endüstri ve karmakarışık bir şekilde karıştırılmış başka bir ilaç bulunamadı daha bu denli etkili”.
Dedi: “Ey gözleri açık bir şekilde kör kalmak isteyen Deli! Boşuna bakma boşluğa, gözlerini kapatmayı akledemez bir deli.
Dedi: Kuru aklın mazeretleri, kendisinden daha az eskimiş inancının ilkelerinden çok daha güçlüdür ve artık “mazeretleri” olmuştur, tutunamayıp terk ettiği, tüm ilkeleri. İlkelerine göre yaşamakta zorlanan her kuru akıl, o an yaşadığını ilke edinir kendine”
Dedi: “Ey gözleri açık kör olmak isteyen yani varken yok kalmak isteyen Deli! Artık kuru akıl, bir mazlumun hayatını asla yaşayamayacak kadar zalimdir. Bir mazlumu göremeyeceği kadar mazlumdan uzaklarda oturan ama uzaktan uzaktan mazlum severdir! Vicdanın çalışmadığı mahallelerde oturup kendini en vicdanlı görendir. O, geçmişe yakın olmaktan kaçan ama sırf melankoli olsun diye özlem de duyan nostaljik bir çağdaş enteldir. O köylüye, işçiye bakan moderndir. Topluma toplum üstünden bakan bir görendir!
Güçlüye hayrandır kuru akıl. Çünkü soğuk bilgi güçtür, kuru akıl güçtür öyle ise ancak kuru akıllı olan güçlüdür! Çünkü ona göre güçlüyse en akıllıdır, onu güçlü yapan aklıdır!
Güçsüze acıma hissinin altına gizlediği küçümseme ile başlar kuru akıl. Çünkü en akılsızı odur! Güçsüzün, güçlüye karşı girişeceği mücadele beyhude olduğundan, akılsızca bir eylemdir! Güçlü ile güçsüzün savaşında akılsız olan güçsüzdür, çünkü haddini aşıp, galip gelemeyeceği bir mücadeleye akılsızca girişen ve gereksiz ölümlere neden olan güçsüzdür! der kuru akıl”
Dedi: “Ey çapulcuları, vahşileri, barbaları daha tanımamış Deli! 40 yıllık minareyi darmadağın eder ve derin kuyular kazmaya başlar kuru akıl. Çünkü bilgi, basit ve yalın olmamalıdır! Çünkü basit ve yalın olan her şey sıkıcıdır! Çünkü üstünde karanlık bulunmayan nettir. Net olan, “karmaşık” olmayandır. Karmaşık olmayan, “ilginç” ve “farklı” değildir. Bilgi, “ilginç” ve “farklı” olmadığında ise, sadece kendini var eder. O bilgiye sahip olduğunu zanneden arada yok olur. Oysa “kuru akıl” sahibi kendicidir. Sadece kendini önemser. Bilgi o’nu etkin bir şekilde var ediyorsa önemlidir. Eski kendinden iğrenir, onu çok önemli kılmayandan nefret eder, “kendine bak” diyene sırtını döner ve aptalca kendini akıllı hisseder. Bu onun için güzeldir. Çünkü “kendini akıllı hisseden aptallık” en güzel güzeldir. Çünkü artık o karanlık kuyuların içinde yüzünün aldığı şekli de görmemektedir.
Zaten akıllı olan “akıl” der mi?” diye de ekledi.
“Ey ateş!” dedi Deli:
” Biraz da beni dinle. Gördüğümü sandığım yanılgılarımdan dönerken gördüm kendimi, Bilgi Ağacı’nın altındaki bataklıkta, şehadet parmağım alnıma dayanmış, gözlerim bataklığa saplanmış halde. Aklına gelebilecek her şeyin bilgisi doruklara konmuşsa ve önüne ateşlerden korkunç hendekler kazılmışsa bile bulunur bir hal çaresi. Ama dinle! Ya daha hiç bir akla gelmemiş bilgilerin ateşi düştüyse gözlerime. Hayali bile kurulmamış olanın ateşi yağmur gibi, fırtına gibi, çöl içinde ateşten bir sel gibi geliyorsa Camı Cem’den gözlerimin içine ve biliyorum, bulunmaz değil belki ama kesinlikle aranmaz aşkın çaresi.
“Ey ateş biraz beni dinle ve selamet ol! Sisler içinde bunca yanılgılar, rüyalar, seraplar, şaraplar, hayaller varsa görmeye dair, hala bir umut vardır görmemeye dair umut için” derken ve sevinçle dönerken gördüm Haoma dumanın ötesinde GAoKERena ağacının altında kendimi kurbağalar ve kertenkeleler ile beraber. Altı gözle gören dokuz ağızlı bir eşek tarafından ısırılmış ve Abu Hayat çeşmesinin altındaki çölde dudaklarım çatlamış halde. Ben çok susarım Ey Ateş! Dönmek istiyorum bütün gücümle. “Ama biri çaresizse ölüme sürüklüyor ise, “mutlaklık” işte böyle bir şey ise, akıntıya karşı kulaç atmanın yorgunluğu gerçek aptallıktır” dediğimde kendi kendine ve artık hiç korkmadan yürüdüğümde gördüm, çaresizce sürüklenilen ölümsüzlüğü.
Derler ki; aşk ateştir, akıl ise duman. Aşk geldi mi akıl gider. Çünkü aşk; kapkara dumanlı kanunların, katı tikellerin, sınırları çizilmiş kelimelerin yani köle bir aklın işi değildir. Sınırları yok eden aşktır. Aşk özgürlüktür ve ancak özgür insanların yapabileceği bir iştir. Zaten terbiye edilmiş rahvan feryatlarla çitlenmiş bayırlarda nasıl koşturulur özgürlük. O sınıra varan kişnemenin, nasıl yazılır çığlığı. Yürekten gelen “çığlık” nasıl yazılıyorsa işte öyle yaz. Çatlarcasına burnundan soluyacak vahşi atlar ama sınırsız ve hür.
Aşkın gözünde her şey “hayret”tir, orta yerde var olanlar “hayal”dir.
Aşk konuşur çünkü dilsiz olan benliği dışında etrafındaki her şey konuşur onunla.
Aşk hesapsızdır, saymayı bilmez “Bir”den ötesini. Ne az vardır, ne de çok, ne cisim vardır ne de ruh. Sadece zuhur vardır mananın gözlerinde.
Gözlerini gözlerime dayamış aşktır, bir damlayı görmek ile okyanusu görmeyi aynı şey yapıp üstüme yağan huzur. Bir çakıl ile sıra dağları aynı kılan mutmain. Görmek ile görmemeyi bir eden bütün. Her gördüğünde aşk varsa, aşk her yeri kaplanmıştır artık. “Orada da gökyüzü, burada da gökyüzüdür aşk. Aşk bir pervaneye hayran bakışın, bir ışığın etrafında dönüp dönüp yanmasıdır. Aşk nakış nakış işlenmiş bir çiçeğin her çizgisi, her fırça darbesi karşısında sağır olmuş, lal olmuş apaçık görmekdir. Aşk okyanustur, her zerrenin sevginde Allah sevgisi görmektir, aşk damladır, Allah’ın sevgisiyle sevmeyi bilmektir.
Aşkla, bu ihtişamın karşısında artık gözlerin boynunu eğdir
Ama yok, eğer sadece akıl varsa, o zaman, zaten “yokluk” “varlığa” yeğdir”
Yorum Yazın
Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.