Vazo

Yazar: on 16 Mart 2020


      Beni sonuna kadar, bir nefeste okuyacağınız boş ümidine; sözümün anlaşılmazlığını, zaten sözün anlamsızlığını, “bu bir saçmalık” söyleminin korumasını, – Ki saçmalamak deyip geçmemek lazım, saçmalamak için bile uzun uzun toplamak lazım zamanı- bireysel sıkıcılığımı ekliyor, ruhumun derinliklerinde kopan fırtınaları betinizde, benzinizde hissedecek kadar duygularıma ortak olacağınız, ve beynimin kılcal damarlarına sirayet eden öfkemi, umudumu, çaresizliğimi, – Evet bugün size güvenecek ve uzatacağım, üstelik sanat ve felsefe yapmaya çalışmadan uzatacağım – en çokta çaresizliğimi anlayacağınız ütopyasını da yapıştırıyor ve diyorum ki; 

Dostlarım, bakın bu: 

“Vazo”

“Bir vazo”

“Bir vazo var”

“Masanın üstünde bir vazo var”

“Masanın üstünde büyük bir vazo var.”

“Masanın üstünde büyük ve güzel bir vazo var.”

“Masanın üstünde, büyük ve güzel bir vazo değil, kimine göre büyük olan ve kimine göre güzel olmayan bir vazo var.”

      Masanın üstünde kimine göre büyük olan ve kimine göre güzel olmayan bir vazo var ama herkese göre; büyük ve güzelin var olması için, küçük olanın ve çirkin olanın da olması zorunluluğunu zorunlu kabul ettiren, yani varlık için “kıyas” “Kıyaslanacak olan” “kıyaslanan”  ve “kıyaslayan” zorunluluğu ile, bizi, bazen bir paradoksu kabul etmek zorunda kalmaktan daha güçlü, hatta bir çelişkiyi kabul etmek zorunda kalmak kadar ağır bir yük ile beraber yaşamak zorunda bırakan bir vazo var

      Masanın üstünde, kimine göre büyük, kimine göre küçük, kimine göre güzel kimine göre çirkin olması hiç bir önem arz etmeyen, varlığının kendisi için biricik ve tek olduğunun farkında olan, var olan hiç bir vazo ile aynı olmadığını bilen, kimilerinin bakışını önemsiyor oluşuyla, her bakanın kendisini farklı görmesini, hatta aynı bakanın her bakışında kendisini farklı görmesini normal bulan, kendi varlığının görüngü dünyasına uygun, masanın üstünde kendine has bir duruşla durduğu için duruşu değerli olan ve adı “Masanın Üstünde Bir Vazo Var” olan, bir vazo var.

        Masanın üstünde, “Masanın Üstünde Bir Vazo Var” isminde, kimse ile aynı olmayan ama kimileri ile benzer olan kategorik olarak Vazo cinsi ile akraba kabul edilen bir vazo var.

      Masanın üstünde, üstündeki beyaz fon üstüne kimi yerde siyah, kimi yerde mavi desenler çizilmiş bir vazo var.

       Masanın üstünde;  ayakta durmasını sağlayacak bir tepsi şeklindeki altlığın birazcık üstüne bırakılmış, ve orta yeri, tam bir dünyaya benziyor gibi kutuplardan basık olan, yukarı ilerledikçe silindir şekli alan ve nihayet ağız kısmında klasikleşen, orta kısmındaki yuvarlaklığı 34 cm, tamamı 53 cm uzunluğunda, en geniş yeri 43 cm çapında, buz beyazı renk üstüne siyah ve kimi yerlerde mavi renkte desenler çizilmiş, bu desenlerin arasına gelişi güzel küçük noktalar bırakılmış bir vazo var.

        Masanın üstünde, alt kısmı atlasın sırtına yüklenmiş hayatın  ağırlığı şeklinde olan ve adına acımtırak geoid denilen, yarıçapı yavan bir göbeğin doyumsuzluğunu çok iyi yansıtan, üst kısmı doymak bilmeyen yağmur avcısı bir “hep bana” havasına kayan, heba eden yedikçe, taşıran biriktirdikçe, vahşi bir iştahın mehdisiymiş gibi beklemeye dair israfın adını temize çıkaran, kimi yeri kır, kimi yeri kirli, kimi yeri karanlık bir göğü anımsatan, ama kimi yeri mavi göklü duyguları depreştirir gibi, gibi gibi olan, minik gök mavisi ile iri zeytin gözlere sahip bir kedi uysallığında ya da sinsiliğinde duran, öyle minik gözler ki seni sana özgürmüşsün hissine alan ama sonra milyonlarca sayısına hitabıyla zindanda yaşanan bir özgürlük havasına boğan, içi boş, içi bomboş, boş bir varoluşla oluşan, amacı, misyonu, vizyonu öylesine, kimisine göre yazılan, alelade bırakıldığı masanın üstünde yine öylesine ve yine kimisine göre duran bir vazo var.

              Masada, olmayan ellerini doğal olarak açamamış ama koca ağzını semaya dayamış, dua etmeyen ama bir  söz verecekmiş gibi duran, akacak tüm gözyaşlarını içine doldurmaya azimli ama hala yalvarmayı öğrenmeyen, hayalleri olmayan, hayallerde olan bir vazo var

         Mum rengine yakın, mum yumuşaklığına uzak bir örtü ile örtülmüş masanın üstünde bir vazo var.

           Masanın üstüne serilmiş ama vazonun altına yığılmış örtüye, nerden geldiyse aklıma mum renkli demek, önemli değil belki, belki kirli bir renkle gizlenmek istenmişse kirlilik, hiç önemli değil ama -esaretinin nedeni rutine yapılmış bir suikastın suçlusu olmaktan geliyordu ya, işte bu yeterli- hayatın etekleri gibi kıvrımlı olmak zorunda olduğundan kırış kırış duran, bu duruşla asil bir duruşta kalan o örtünün sırtüstü uzanıp ayaklarını saçaklarından saldığı, masanın üstüne konulmuş, dimdik ayakta duran bir vazo var. 

                     …….   0 …….

            Masanın üstünde; tane boyutu 0,002 mm den küçük olan klastik bir malzemeden ve felsdpatların ayrımından oluşan çözülme sonucu oluşmuş,  demir ve alkalin gibi bazı maddeler de içeren bir alüminyum silikat olan, atomik strüktürüne ve kimyasal bileşenlerine göre kendi içinde allofan, kaolinit, haloysit, montmorillonit, illit, klorit, vermikulit, sepiolit ve atapulgit gibi bazı farklı türlere ayrılan, suyla beraber yoğrulduğu zaman plastik bir özellik gösteren, kuruyunca formunu koruyan, doğada yaygın olarak bulunan kilden yapılmış bir vazo var.

          Masanın üstünde çamurdan yapılmış bir vazo var. 

          Genelde süs için kullanılan vazolar camdan, alçıdan, porselenden, metallerden, topraktan yapılabiliyor. Toprak  çoğunun hammaddesidir. Toprağın kendisi ise endogen granit kayaların, güneş, yağmur ve benzeri doğa olaylarının yardımı ile aşınması sonucunda meydana gelir. Her türlü toprak çeşidi topraktan yapılan vazoların yapımı için uygun değildir. Vazo ve çömlekçilik için en uygun toprak kildir. Kil toprağa plastik özelliği nedeni ile şekil verme imkanı vardır. Su tutma kapasitesi yüksektir. Kil toprak çok farklı renklerde bulunabilir. (Sarımsı, kırmızımsı, koyu esmer ve bu esmer rengin tüm tonlardaki renkleri gibi) Kil toprağın bilinen üç önemli özelliği vardır. Bunlar; rötre, plastisite, kohezyondur. Plastisite; ezilmiş bir kil toprağın kolayca işlenmesini sağlar. Kohezyon; kuruyan kil toprağın şeklini korumasını sağlar. Rötre; kuruyan kil toprağın hacminin küçülmesidir. Bu özellikler nedeni ile bu kil topraktan seramikler, çiniler, tabaklar, testiler yapılabildiği gibi bu masanın üstünde de kil topraktan yapılmış bir vazo var. 

                         ……..  0 ……..

      Boşluğun  içinden uzanan bir “EL” var. Dikkatinizi çekmek istiyorum “EL” kelimesinin büyük harflerle yazılmış ve tırnak içine alınmış olmasına. O zaman “EL” bir kelime olmanın dışına çıkmalı. O zaman “EL” uzamlanmamalı, beynimin içinden uzanmalı, boşlukta yol almalı. Burda ‘boşluk”ta kelimesi de az önemli değil aslında. Ama bir bilinmezdir “boşluk” denince beyaz bir zemine karanlığın çizilmesi. Oysa Nur’dan bir boşlukta bayağı mantıklı. Peki “Nur” nedir? “Nur” ne ise artık, neyse. 

         İşte o boşluktan büyük harflerle yazılmış ve yetmemiş gibi tırnak içine alınmış, ya karanlığın içinden uzanan beyaz, ya da beyazın içinden uzanan kara bir “EL” göründü. Görüngü gibi, fenomen gibi, görgül gibi uzanan  O “EL”,  su tutmuş sonra biraz kurumuş çamuru aldı, yoğurdu, yoğurdu, yoğurdu…  Ta ki kokmuş, değişken kara bir balçık kıvamı alana kadar. “EL” gerçekti. Daha iyisini yapabilmek için daha önce yapmış olması gerekmiyordu, belliydi. “EL” deneyimci değildi.  Oluşturması için önceden oluşturulmuş olması gerekmiyordu. Sanatkar idi. O tek olmanın ilkiydi. “OL” demeyi en iyi o biliyordu. Belki de sadece O biliyordu. Çok iyi bildiği biliniyordu. Nasıl biliyordu? Neler biliyordu? Neden her şeyi biliyordu? Bilmesi gerekiyor muydu? veya bilmeme ihtimali ayıp sayılıyor muydu?  Her şeyi bilince, bilmenin yükü ağır geliyor muydu? O bilince, bilinmezlik yok oluyor muydu? Onun biliyor olması, bilgisizliği meşru kılıyor muydu? merak konusu değil bunlar. Çünkü sonuçta masanın üstünde bir vazo var

          Ama merak ediyorum ben, o kara çamurdan bulaşınca “EL” kirlenir mi? Sonrasında yıkanır mı? Sıradanlaşmış olana alışmak hamurumuzda daha doğrusu çamurumuzda var ama, merak ediyorum işte ben de hepinizin aklına gelen o klasik bir kaç soruyu,  

     “Ne ile temizlenir kirlenen bir EL”? 

     “Ne zaman temizlenir?”

     “Nasıl düzeltilir hatalı vazolar?”

       Kimi yarım kalmış, defolu parçalar, çatık bir kaş, kırışmış bir alın ve iki kaşın tam ortasını kesen derin bir çizgi ile koca ellerinin altına alıp ezilir mi? Yoksa, çamurlu ellerle çevrilirken kaderin çarkı, o mahir sanatkarların edasıyla dudakların kenarında yukarı doğru hafif bir çizgi oluşur mu? En nihayetinde masanın üstüne alınınca vazo, 

  • “Budur benim şaheserim” denir mi gururla? 

           Çarktan alınıp fırına sürülen, ateşte pişen esere, ellerin arasına alınmadan önce derinden ve candan bir nefesle üflenir mi?  

            Üflenince vazoya, vazo soğur mu?  

            Önce fırına mı üflenir, vazoya mı? 

            O nefesle ateş mi harlanır? Vazo mu soğutulur?

          – Soğu yüreğim artık soğu. Ham bir çamurdun, yoğruldun, çarkta semaya döndün, kızgın fırınlara sürüldün, yandın, yandın, artık soğu. Bir fırıncının nefesi ile üflendin. İçten ve derinden gelen bir ruhtu. Üflenince,  can geldi, kan geldi, keskin bir fer geldi, dik bir bel geldi, rengarenk semadan sevgi geldi, bazen hiç yetmeyen , hiç yetmeyecek bilgi geldi, vahiy geldi, artık soğu. Çöl bitti, yaz gitti,  Püfür püfür gelen bir sabah rüzgar ile sen üfür kendini. Üfür dağları delen umudunu, kel kafanda aktif bir krater gibi fokur fokur kaynayan cehaletinin hararetini budala bir mutlulukla üfür, tüm anlamsızlığa, tam isabet yediği 14 kurşuna rağmen ölmeyen ilkel yaşama isteğini üfür ve soğu artık. Yetti bu yanık kaçmak kokusu. Amacını saklamadan, perdelerin adına saklanmadan, kayışını koparmış at tadındaki özgürlük özlemini ve tek başına sadece özlemini üfür ve soğu. Sevgini, Allah’ım!  o sevgini üfür artık. Üfür ki amaç doğsun, serap gerçekten üstün olsun ve tek gerçek bir hayal olsun… 

         Soğu artık, apak denizlerde yüzen masumiyet  sahile vuran bir çocukla beraber sadece ıslandı ve aynı cocuk kumdan bir kalenin arkasına saklanmışken kumsalda, yanakları killenmedi, kirlenmedi, sadece  kumlandı. Her uçak homurtusu her havan gümbürtüsü duyulduğunda, bir annenin eteğine sarılan sadece özlemdi. Sen soğu. 

        Üfür hırçın kinini, ateşten öfkeni, kederini, yalnızlığını…. Söyleyecek çok şey var ama  “yalnızlık” dediysem, durmalıyım burda. Çünkü sıkça şikayet eder oldum yalnızlıktan.  Zamanınızı almaktan korkmasaydım – durun bir dakika, ne demek “korkmasaydım”.  Bugün size güvenecek ve korkmayacaktım zaten- şimdi burda ve hemen, “yalnızlık nedir?” diye sorardım kendime.  Sordum ve mesela; şaşırmadan, düşünmeden, alelacele cevap veriyor ve diyorum ki ilk çırpıda, ” yalnızlık; çokluktur aslında“…  Onun için “şikayetim yalnızlıktandır, yalnız kalmaktan değil”.  Şikayetim sığ çokluğun, kalabalık yalnızlığından, kendi içimin taşkın kalabalığına inememektendir, kalabalığın yüksek frekanslı sessizliğinden kendi acı sessizliğimin çığlığını işitememektendir. Makro evrenin bilinmez bir yerinde düşürdüğüm mikro kavramlarımı ararken bulamamanın acısını unutturan o daha büyük acıdan, “kaybolmaktandır”

         “Kayboluyorum” kalabalıklarda. Onun için yalnızlık; kendimle kalmak değil,  içimde hapsolmak değil, asıl yalnızlık; çokluğun gürültüsünde kaybolmaktır diyorum. Ya da daha pişmedim ve ben hala pişiriliyorum. Yandım artık, üfür artık.  Allah’ım ben ne diyorum!

        Allah’ım ben ne diyorum! Yani t zamanda, boşluğun herhangi bir noktasında, bir şey hem A ise ve hemde A değil ise, bu kadarı da olur mu demiyorum, Vallahi demiyorum, hiç sorun değil. Biliyorum artık, kendimden biliyorum bir şeyin nasıl hem kendisi, hemde kendisi olmayan olabileceğini.  Ama Allah’ım;… Bu kadar büyük bir çaresizlik oluyor mu? diyorum. Bir mahluk bir çelişki içinde bu kadar çaresiz bırakılır mı?  Yani tüm evreni avucunun içine alacak kadar büyük yaratmışken, aynı anda bir noktanın içindeki noktanın içindeki noktanın içindeki nokta kadar küçük kılınır mı?

                     ………   0 ………

       Neyse hazır “büyük” demişken, mesela büyükten daha büyük olan için bir kavram yaratmalıyım ve buna “Bir” demeliyim. O anda hemen orada, beynimden sıcak sıcak çıkan “Bir”e bakabilir misiniz lütfen? ve doğal olarak en küçükten daha “küçük” için “Bin” demeli değil miyim çaresizce. İşte hayatın ilk apriori’si burada, bu çaresizlikten doğuyor: O da “Evet doğru, her şeyi bir “Bir” ile açıklayamıyorum ama, bir  “Bir” yerden başlamak lazım gerekliliğini yalnışlıyamıyorum.” oluyor.  Çaresiz doğru karşısında eğiliyorum. 

                      ………   0 ……..

         Evet “Bir” vazo var doğru. Ama “ben ona vazo dediğim için mi vazo var, yoksa o var olduğu için mi ben ona vazo diyorum” önemli bir soru değil diye bir yanılgı içinde yaşamış olmam bir sorun değil. Üstelik vazonun “olması ya da olmaması, bütün mesele“de değil. Hiç bir şey bu kadar basit değil.. Ben biliyorum, masanın üstünde yedi bin yıl önceden daha da önce yapılmış gerçekten göbekli bir vazo var. Evet  bu masanın üstünde bir vazo var ama Allah aşkına, bu koskocaman boşluğun içindeki bir noktanın içindeki bir noktanın içindeki bir noktanın ortasına bırakılmış masanın üstünde, bu vazonun ne işi var .. işte bütün mesele bu. (Sorulması önemli soru “Burada ne var?” değil, (Bilim), “Burada ne işimiz var?” (felsefe)dır )

       Ayrıca neden bir vazo var? Bir vazonun ederi nedir? Nedir bir vazonun değeri? Pekâlâ bir çömlekte olabilirdi mesela. O olmadıysa bir küp.. belki tabak, belki çanak, topraktan yapılma kaba bir kapak bile daha anlamlı olabilirdi belki. Hem sahibine hakkıyla hizmette ederdi. Neden vazo? Bir vazo ile hiçbir işe koşulmaz aslında. Bir vazo bir işten dönmüş, aç ve yorgun düşmüş bir çift göze fırın yolunda umut olamaz aslında. Bir vazo zamanın hırçın kırbaçlarına karşı koruyucu bir zırhta olamaz. Öyle ise neden masanın üstüne bırakılacaklar arasında bir vazodaki bu inat? Bir vazo masanın üstünde duran hiç bir kaşık, çatalla arkadaş bile olamaz, ahlaklı bir şekilde savaşamaz. İnce, uzun, narin boynu ile, süslü olmak, caka satmak dışında hayatta hiçbir baltaya sap olamaz.  Peki neden bir vazo? Böbürlenme yüklü özgürlük hikayelerimiz ile beraber devam eden kavramların arasındaki vahşi çelişki savaşına rağmen vazo yine de hala var!!!!

        Bundandır son zamanlarda ” masada bu vazo var ise, var olmayan adaletin kendisidir” diye göksel bir sesle bağırılması ve yine bundandır “adaletin gerçek olmadığını en iyi hakimler ve avukatlar bilir” denilmesi.  İşte bundandır “adalet ilk avukatlar ve hakimler tarafından inkar edilir,” diye bilinmesi. 

         Çünkü efendim, bu parodi içinde “adalet budur” dediği “adalet olacak” biri yoksa ortada, mümkünü yok adaletin olmasının, bu masanın üstünde bir vazonun var olmasında “adaletten bir parçanın” bulunmasının…  İşte nedir bu vazoyu bu masanın üstüne bırakacak kadar değerli yapan ve bu masanın üstünde bir vazonun bulunmasını adil kılan diyorsanız hala, cevap: “dedi, oldu”istedi ve o istediği adalet kendisi oldu, bitti.” “O zaten adalettin kendisi idi, sen kimsin?!!”.  

       Yani “Ya masanın üstüne bırakılmış bir vazo sadece masanın üstüne bırakılmış bir vazodur,  ya da sanattır.” 

“Çünkü “Sanat” en büyük adalettir

Çünkü Sanat adaletin hem babası, hem annesi hem de ebesidir” 

Çünkü “sanat” adaletin kelimesidir”

(Sanatın gerisi kalsın şimdi.) 

                      ………   0 ………

        Bu saatten sonra da ben sanat ve felsefeye göre yazamayacağım çünkü. Mümkünse ben yazacağım siz sanat ve felsefesini bulacaksınız. 

         Bu saatten sonra kurallarla kendimi sınırlamayacağım çünkü. Kendimi belirlenmiş  hiçbir kalıba sığdırmaya çalışmayacağım. Belki nazik ve düzenli bile olmayacağım. Ne geldiyse aklıma direk ve hemen onu yazacağım. Yazdığımı silmeyeceğim. Daha iyisini yazmanın peşine düşmeyeceğim. Dönüp tekrar okuyacağım, ama düzeltme yapmayacağım. Neden sınırları belirlenmiş, kalıptan çıkmış bir vazo gibi olayım ki. Biliyorum mesela vazolar var, ama bu koca odada birbirinin kopyası iki vazoyu yapabilen hiç kimse yok. Ben de farklı bir vazo kadar farklı olacağım. Hayır, daha ötesi. Ben bir vazo olmayacak kadar farklı olacağım. Belki daha ne olacağımı bilmiyorum ama en azından bir vazo olmayacağımı biliyorum. “Farklı” kelimesini silmek istiyorum, yerine daha iyisini buldum gibi… Ama söz verdim ve sözümü tutacağım. Söz verdim, verdiğim söze sadık kalacağım. Bakıyorum o zaman da “verdiğim söze sadık kalacağım” ilkesinin sadık bir esiri olacağım.

       Biraz önce “Esiri olmak” deyimini yanlış kullanmadım. Paradoksa geldim. Ömrüm boyunca şarkısını en çok sevdiğim özgürlükten dem vuracağım çünkü. Ey özgürlük! Neredesin? Var mısın?  Özgürlük kelimesine değer misin? Mesela ben burada artık kurallı yazmayacak böylece özgür olacaktım ya. Fark ediyorum ki şimdi çaresizce, yalnızca kuralsızlık kuralının kapısı açık hapishanesinde yatacağım ve özgürlüğe ağıt yakacağım. İşte sana en büyük paradoks. Çünkü görüyorum ki belki de insanoğlunun isimlendirdiği olmayan tek şeydir özgürlük!! Özgür olmak için çırpındıkça esaretin kapanına daha sıkı yakalanan insanoğlunun paradoksundan doğan komedya’ya ağlayacağım.

                         ……..    0 …….

       Söz konusu olan masanın üstünde bir vazonun var olması ise, ortamdaki ağır dostlardan özür dileyerek diliyorum ki ortalık korkaklar ve yalancılar ile dolacaktır. 

  • Orda, bir masanın üstünde bir vazo var ama varlığını şüpheli görmek daha faziletli sayılmalı” derseniz ne korkak ne yalancı olursunuz, hatta sizi anlarım. 

Daha yükselip 

  • vazo ustası “masanın üstünde bir vazo var” diyenin ensesini yoklamalı, “masanın üstünde bir vazo var mı?” diye soranı baş köşeye oturtmalı” derseniz de anlarım. 
  • Şu anda, şurada masanın üstünde bir vazo var, ama ben, şu anda ve şurada masanın üstünde bir vazo olduğundan şüpheliyim” diyenin alnından öpmeli derseniz yine anlarım. 

         “Aramak” anahtar kelimemiz. “Çünkü aramak varlığı şüpheli kılar ve şüphe fiyakalı yapar. Çünkü soru cümlesi, yargı cümlesinden üstün yaratılmalı. ”ARAYAN” bir çabanın ucundan tutup üretir, “BULAN” oturur maaşlı tembel gibi” derseniz,” düşünürüm. 

          Düşünürsem, “ARAMAK” “KAYIP” olmaktan bağımsız mıdır? diye size sorarım. 

  •  “Şu an bu odanın tam ortasında, masanın üstünde bir vazo var, ama ben yine de evin tüm odalarında, binanın tüm dairelerinde, tüm şehirde bu masanın üstünde bir vazo var mı diye arayacağım” derseniz işte orda duraklarım. Ama sonra sizi anlarım. 

         Evet “Aramak” “kaybolmaktan” bağımsız değil ama aranan her zaman kayıp olan değildir belki de.

  • Belki aranan “Masanın Üstünde Bir Vazo Var” adında bir vazo ama ben kaybolan kendime bakınıyordum” derseniz yanağa dayanmış yumru bir kol, yarım açık iki dudak, derinden, uzun ve dalgın bir bakışla bakınır ve hala sizi anlarım. 

    Fakat; 

  • Gerçekten masada bir vazo var ama varlık konusundaki dogmatik duruşu eleştiri konusu etmeyeceksek, masanın üstünde bir vazo var değil ihtimalini de görmeyeceksek, masanın üstünde bir vazonun var olduğundan bahsedilmesi bir değer ifade edemez. Baylar; ben soracağım, o masanın üstünde bir vazo var mı? diye soracağım. İsterseniz giyotinlerin altına alın boynumu, mahzenlerde iple boğazlayın, başımı gövdemden ayırın, derimi bedenimden sıyırın, ateşlere atın, kazanlarda kızartın..  Sonuçta, şu an masanın üstünde bir vazo var ama ben şu an masanın üstünde bir vazo olduğuna inanmıyorum?” derseniz  “uçtunuz beyler” der ve gülümserim.

        Bazı bazı “ironi” de yaparım. Ve kabul ediyorum ki ironi sırtını küstahça bir kahkahaya da dayarsa acıtır. Ama hayatın doğallığına katkı sağlayacaksa o ironi, sohbetin içine enfes bir lezzet katacaktır. İroni ne yalan ne gerçektir. Komik aynalardan bakmak ve abartıda olsa görmektir. 

       Şaşı olsa bile masanın üstündeki bir vazoyu  görmek ise, görmemekten iyidir. Çünkü aranacak onca çok şey varken, aranan avucunda tuttuğun olmaktan büyük olmalı belki, “aramak” taş hamalı olmak değildir belki. Ama: 

  • masanın üstünde bir vazo var ama ben masanın üstünde bir vazo olduğuna inanmak istemiyorum” derseniz, veya:
  •  “masanın üstünde bir vazonun var olup olmadığını bilmiyorum, ama ben masanın üstünde bir vazo yok ihtimaline inanıyorken, bana bir ihtimali, masanın üstünde bir vazo var olduğu ihtimalini dayatıyorlar” diyorsanız, sizi sadece ve sadece dinlerim.

        Yukarda ne dediğimi unutmadım, demiştim ki; söz konusu olan masanın üstünde bir vazonun var olması ise, öncelikle özür diliyorum, sonra diyorum ki; çoğu kimse “yalancı” ve “korkak” oluveriyor. İlk önce “kahraman” rolünün yalancısı olunuyor. Tarihi kendi yüzümüzün asaleti için maskeye dönüştürmenin yalancısı iken, gerçeği bulmuşta kahramanca savunuyormuş rolü ile yanakları ve kulakları hiç kızarmayan yalancılar oluyoruz kızarken. Hepimiz birer yalancıyız, doğru olan bu….. “Doğrusu bu ve bu doğruya inanıyorum” derken, doğrularımız durmadan değişiyor. Değişiyor ama sonuçta her an bir doğrumuz var oluyor. Yeni bir doğrumuz oluyor da, bir sonraki doğrumuz da bir önceki doğrumuzu yalanlamamızdan doğan yalancılığımızı bir türlü hatırlatmıyor nedense. Yeni oluşacak doğrularımızla şu anki doğrularımızın da yalancısı olacağız. Kendi kendimizi durmadan yalanlayacağız. Evet yalancıyız. Bu süreç sonrası oluşan deneyimimiz ile beraber, bizim doğrularımızın doğru olmama olasılığından bahsederken en büyük yalancı olmaya devam edeceğiz. “Masanın üstünde bir vazo var olduğunun doğru olduğu biliyorum ama ‘masanın üstünde bir vazo yok’ diyende,  ‘hem var hem yok diyende’, ya da ‘bazen var bazen yok diyende’, doğru olabilir” demenin yalancıları olacağız. Masanın üstünde bir vazo var ve biz gözümüzü masanın üstüne dikip sadece masanın üstündeki vazoya bakıyorken, masanın üstünde vazo yok yalanına, “eh o da doğru olabilir” demenin yalancıları olacağız. Yalanın doğru olma olasılığına inanıyormuş gibi davranan büyük yalancılarız biz. Allah aşkına,  işte orda, masanın üstünde bir tek gerçek ve bin ihtimal var.

       Ne dediğimi çok iyi biliyorum. “söz konusu olan masanın üstünde bir vazonun var olması ise, öncelikle özür diliyorum, sonra diyorum ki çoğu kimse “yalancı” ve “korkak” oluveriyor” dediğimi  hala unutmadım. Evet korkağız veya ben dili ile korkağım.

  •  Korkağım çünkü baksanıza eleştirel bir söze başlarken bile özür dileyerek başlıyorum, 
  • Korkağım, çünkü bir korkak olmaktan korkuyorum. 
  • Sözümü tutmamaktan korkuyorum,
  • Haklı olmamaktan korkuyorum, 
  • Haklı olmaktan korkuyorum, 
  • Ölmekten korkuyorum,  
  • Yaşamaktan daha çok  korkuyorum,
  • Konuşmaktan, anlatmaktan korkuyorum, 
  • Sessizlikten, sessiz kalmaktan, haksızlığa tepkisiz kalmaktan korkuyorum. 
  • Yanılmaktan korkuyorum, 
  • İsabetli karar almaktan korkuyorum, 
  • Gitmekten korkuyorum, 
  • Öğrenmekten, bilmekten korkuyorum.
  • Yürümekten korkuyorum 
  • Yemek yemekten, korkuyorum. 
  • Terkedilmek dayanır şey ama terketmekten korkuyorum. 
  • Sigara içmekten korkuyorum. 
  • Kaldırımdaki çizgiye basmaktan korkuyorum.
  • Bardaktaki çayı dökmekten korkuyorum, 
  • Halıyı kirletmekten korkuyorum. 
  • Delirmekten korkuyorum, 
  • Özgürlüğe aldanmaktan korkuyorum…..  

        İşte geldik sana en sonunda “özgürlük.”  Ama söylenecek sözün sonsuzluğundan, susmayı tercih edeceğim şu iki cümleden sonra. Birincisi: “İnsan korkularının ve sevginin esiridir çoğunlukla”. İkincisi: “Zavallı insanın belki de var olan tek özgürlüğüdür olmayan hayalleri.”  Masanın üstünde dünyamı daraltan özgürlüğümü kısıtlayan her geçişimde beni kırmak korkusuna esir eden bir vazo var.

         Belki de kırmalıyım onu özgürce, 

         O zaman da; ne güzel olur, ne çirkin olur, ne büyük olur, ne küçük olur. O zaman masanın üstüne bırakılmış bir vazo, sadece masanın üstüne bırakılmış bir vazo olur.

         Baylar; şimdi acıtasyon, ajitasyon ve kahramanlık oyununda sıra bende. Diyorum ki: “Benden masanın üstünde bir vazo yok dememi istiyorsanız, tamam, masanın üstünde bir vazo yok. Ama siz masanın üstünde bir vazo yok dememi istemiş olsanız ve ben masanın üstünde bir vazo yok demiş olsam bile, yine de masanın üstünde bir vazo var.” 

                  Sözümün sonu; vazo yok veya vazo var, yani?

Erkan KADĞA



“Vazo” için 13 Yorum yapılmış

  1. Leyl dedi ki:

    Ellinize yüreğinize sağlık çok güzel bir yazı olmuş. Okudukça derin düşüncelere dalıp gittim..

     Soğu yüreğim artık soğu. Ham bir çamurdun, yoğruldun, çarkta semaya döndün, kızgın fırınlara sürüldün, yandın, yandın, artık soğu. Bir fırıncının nefesi ile üflendin. İçten ve derinden gelen bir ruhtu. Üflenince,  can geldi, kan geldi, keskin bir fer geldi, dik bir bel geldi, rengarenk semadan sevgi geldi, bazen hiç yetmeyen , hiç yetmeyecek bilgi geldi, vahiygeldi, artık soğu.

  2. Nevzat dedi ki:

    İnsan derin düşünmeye başlayınca her şeyde bir derinlik,sonsuzluk,karmaşıklık ve bir o kadar da mükemmellik görüyor.
    Karışıklık insanı düşünmeye;mükemmellik insanı yaradana;derinlik ve sonuca ulaşamama ise insanı eksikliğini görmeye götürüyor.
    Yüreğine sağlık hocam..

  3. Mirzan'ın babası dedi ki:

    Vazo yoook … 🙂

  4. Asker dedi ki:

    Elinize sağlık hocam?

  5. Muruwet dedi ki:

    Erkan hocam,gerçekten önünüzde saygıyla eğiliyorum,kelimeleri müthiş hallere sokuyorsunuz,yine cok derin bir yazı olmuş,yazının nasıl devam edeceğini tahmin bile edemiyor insan,sıradan değil yani..Ellerinize,yüreğinize,kaleminize sağlık,başarılarınız daim olsun,gerçekten cok taktir ettim ve beğendim…

  6. Emrah dedi ki:

    Ellerine yüreğine diline sağlık. Kelimelere hayat vermişsin. Kalemin hiç susmasın saygılar.

  7. NaiL dedi ki:

    Kaleminize yüreğinize sağlık. Kelimelerdeki derinlik aldı götürdü bizi.

  8. Seyfettin ( Kerem'in babasi) dedi ki:

    Sabirla okudum.Yazi cok uzun olmus . Bilerek uzattigin da goruluyor. Ancak meramini son paragrafta zaten soylemissin. Oyleyse niye bu kadar uzun merak ettim.Bunun vardir bir aciklamasi elbet.Masanın üstünde bir vazo var ve masanin ustunde bir vazo yok desem de var. Vazo var ama buna inanmak istemiyorum ironisi çok yerinde olmuş. Gecenin bu saatinde bu uzun yazıya yorum yazmak da vazo yok demek kadar zor görünüyor. Daha etraflı bir yorum yazmam gerekiyor hatta uzun bir serh lazım en azından bu yazı kadar. Şimdilik bu kadar diyelim. Kimseyi de fazla bir beklentiye sokmadan. Denerim inş.

  9. İsmail Yaz dedi ki:

    Masa nın altına üstüne geçmeden Eline sağlık?
    Okumadan “Masanın üstünde okey takımı var” yazayım dedim. Bu adam şimdi masa vazo der Allah bilir Ademden çıkar diye düşünmüştüm… Ama okurken hep acaba vazonun altında PERDE varmı? Diye düşündüm…
    Tül mü? Falan?
    Adam vazoyu duvara çarpmış
    Masanın üstünde okey takımı ile hayatı oyuna çevirmiş!
    Ama masa hala ortada. Görmek için zaman var
    Son olarak acaba vazo da çini işlemeciliğ vb resim ve görsel sanat izleri varmı?
    Okumaktan yorulup bir daha ısrarla okuyup bitirdim
    Hatim duasını Ramazanda inşallah
    Emeğine sağlık
    Vazo çatlak

  10. Kübra dedi ki:

    Kaleminize sağlık hocam enfes bir yazı

  11. Bülent hoca dedi ki:

    Yazı ufuk açıcı ve uzun olmasına rağmen sıkmıyor…konuya gelince aslında bugun vazo uerıne koyup kırılmasındn korktuğumuz ve vazoya sadce bakıp vazo dışında farklı düşünmekten korktumuz bınlerce korkumuz var.. eleştiri korkumuz… Kaybetmek korkusu eleştılme korkusu bu da sdce vazo var cumlesıyle yetınmemize sebeb oluyor…ali şeriatının insanın dört zindanı kıtabı var senın yazını okurken aklıma o geldi…doğa,toplum tarıh ve ınsanın kendısı…

Emrah için cevap yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.