Yalnız Ağaç

Yazar: on 31 Ocak 2020

Sabahın bu erken saatlerinde iki farklı şahsiyete bölünmüş, kendim ile cebelleşiyorum. Bedenimin isteklerini beynim kabul etmiyor. Gözkapaklarım beyhude bir isyan içinde. Uykum var. Ama uyuyamayacağımı beynim bana, cebren kabul ettirmiş. Etrafı mahmur bakışlarla süzüyorum. Beklediğim araba geldi. Transitin sağ tarafındaki tekli koltuğa oturmayı seviyor olmama rağmen, beynim, sabah güneşinin nazlanan bedenimin rahatını bozup daa mızmızlanmasını engellemek için, sol taraftaki ikili koltuğa oyunu bozulmuş çocuk kırılganlığıyla yığıyor beni. Nazlıyım… Baskın irademe küsüm. Kafamı yaslayacak yer arıyorum. Offf rahat edemiyorum. 45 dakikalık yolu, kartal gözleri ile yolun kenarındaki yolcuları gözlemleyen kaptanımızın aheste süzülüşüyle, bir buçuk saatte alacağımızın da farkındayım. Offf şu kafamı yaslayacak yerde bulamadım bir türlü. Rahat edemiyorum. Radyo nazire yapar gibi slow ritimler yayıyor.

Dalgın geçen yaklaşık 50 dakikalık bir yolculuktan sonra, bozuk satıhlı bir yokuşun son metrelerinde, acı çekmeye başlayan motorun çıkardığı seslerden midir bilinmez, kaptanımızın yola ve karayolları müdürlüğüne, lanet, küfür karışımı sinir küpü sesiyle irkiliyor, bir türlü yerleşecek yer beğenmeyen kafamı transitin camına yaslıyorum. İrili ufaklı tepelere hakim bu ana yükseklikten, tek renk, tek tip, çorak araziyi amaçsız bir tarama faaliyetine geçti, kepenkleri zorla kaldırılmış gözlerim. Dalgınım. Uzakta bir ağaç, tek bir ağaç, bu hatırı sayılır alana hâkim menzilden görülen tek bir ağaç var. Takıldım. Etrafı daha iyi süzmeye başlıyorum. Ama yok, göz alabildiğine uzanan bu arazide başka ağaç yok.

Uykum kaçtı. Tekrar bir şahsiyette birleştim. İrademi kaplayan bulanık ve sisli hava dağıldı. Tek bir noktaya tek bir ağaca odaklandım.

“Tek ağaç! Yalnız ağaç! Yalnızlığın budadığı kırılganlığının, narinliğinin, çıt kırılmışlığının farkındayım. Ama sırtını o kadar bükme, boynunu bu kadar eğme. Şanslısın. Beklide bir zamanlar bir ormanın içinde yığınlara karışmış sıradan bir ağaçtın. Şimdi bir adın vardır. Şimdi bir şahsiyetin, değeri bilinen bir gölgen vardır. Doğrul biraz, şanslısın. Bu koca tarlaların müdavimleri, yazın sıcağında, alın teri ile buğdayı harmanlarken, güneşin kızgın bakışlarından senin gölgene sığınıyorlardır.

Kim bilir kaç yolcu dizinin dibine oturdu. Elini gözlerine siper etmeksizin ufkun boyunun ölçüsünü aldı. Şanslısın Yalnız ağaç. Öyle mahzun durup da beni yaralama. Kaç dosta buluşma mekânı oldun. Kim bilir ne sırlar döküldü eteğine. Kaç kuş göçerken omuzlarında soluklandı. Kaç rüzgar dallarında mutlulukla ıslık çaldı. Kim bilir kaç efsaneye konu oldun.

Kim bilir kaç bebek, kaç yetim kol(dal)larında uyudu. Annesi az ötedeki koyunların sütünü sağarken, sen, beni saad diyarında yetimlerin efendisinin hatırına, rüzgârla el ele verip, emaneti şefkatle salladın. O masumiyeti seyre daldın. Zamansız terk edenler aşkına, güneş sızmasın diye, yapraklarını daha bir özenle topladın. Narinsin, yalnızlığın, kimsesizliğin ateşi ile pişmişsin. Biliyorum yaparsın.

Yetti… offf Yalnız ağaç! Tek ağaç… Yetti… Bırakalım bu pollyanacılığı… Kim bilir arkadaşların hangi acımasız ellerle katledildi. Kim bilir hangi ocakta kül oldular. Oysa onlar katillerinin de ciğerlerine oksijen pompalama mücadelesindeydiler. Şimdi kimi sözünün erleri ocakta kor oldu, kimi hayat delileri bir ahıra kütük oldu, kimi bir evin damına sütun oldu. Tek kaldın yalnız ağaç. Belki bir şafak vakti, sapı bedenimizden bir baltanın, dağları kökünden söken ihaneti ile dostlarına, babana baskın yaptılar, kestiler, köklerini söktüler. Yangın çatırdatmadı dallarını, yangın yüreğine düştü.

Söyle yalnız ağaç! Kaç gece gökyüzüne bakıp bakıp inledin. Kaç gece  zorla tuttuğun hıçkırıklar boğazında düğümlendi. Etrafındaki boşluğa bakıp için için ağladın. Konuş yalnız ağaç! Kaç bahar göçmen kuşlardan sordun babanı, kardeşlerini. Rüzgârlarla postaladın hüznünü. Ateş dallarını çatırdatmadı yalnız ağaç!   Ateş içinde… Ateş içinde…

Görüyorum kor tutmuş bu ateş, sonbahar gelmeden dökecek yaprak(saç)larını, kış gelmeden kar ağartacak başını. Bunun için mi yüreğin bu kadar taze iken, kabuğun bu kadar katı, genzin bu kadar kara, dalların bu kadar yavan? Bunun için mi, beli bükülmüş, omuzları çökmüş, boynu eğilmiş, kalemi elinden düşmüş çalakalem yazar edası? Hadi anlat! Kaç zaman uzaklara daldın? Suların çağıldadığı, yemyeşil çimenlerin, rengârenk çiçeklerin, boy boy ağaçların diyarında, annenin sevgi yüklü gülümseyişini, babanın kaba ama şefkatle yumuşamış ellerini düşledin. Hani sen kuşlarla konuşacak, akranlarınla oynayacak ama onların seni hep gözaltından süzdüğünü bilecek, kendini güvende hissedecektin.

Dile gel yalnız ağaç! Bana geceleri anlat. O acımasız, o gaddar, o sabahsız geceleri. O uykusuz, o taaa şurada, dolmak nedir bilmeyen kara delikleri, bomboş geceleri… oyyy yalnız ağaç oy… Kaç gece yamalı uykundan irkilerek uyandın kan ter içinde… Anne! Diye haykırdın. Tek tek dostlarının, babanın adını sayıkladın. Anlat şimdi başını okşayan yaban rüzgârlarının acıma duygulu ellerinin katılığını…

Sen değildin yalnız ağaç! Senin suçun değildi. Vicdansızlar çaktı o kibriti, zalimler söktü o kökleri. Kurbanlık koyun gibi balta darbeleri ile yere serdiler körpe bedenleri. Ağlayalım yalnız ağaç. Yalnızlığımızı tokuşturalım. Ağlayalım. Belki iniltilerimiz yükselir. Eşlik eder bize gökyüzü. Kovar şu kimi sararmış, kimi kızarmış, kimi kararmış kızgın gözü. Bulutlar da ağlar, temizler yanaklarımızdaki tuzu… Acı meyveler, yemişler yeşertiriz. Damağına dokunduğumuzun yüreğinden tutarız.

Erkan KADĞA



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.