Korkuyoruz

Yazar: on 31 Ocak 2020

Adam sandalyeye oturmuş, sakin bir ses tonu, kendinden emin bir yüz ifadesi ile namazın önemini anlatıyordu. Çok kaba ve çok kısa cümleler kullanıyor, fıkhın direktiflerini esas alıyordu. Sık sık ayete daha sık hadise başvuruyordu. Sadece izledim. Anlattıklarından ziyade adamın kendisi ve ortamın ilginçliği beni düşündürüyordu. Muhatapların hemen hepsi okumuş, çağdaş kültürün etkisi ile asimile olmuş, sokakta görsem yüzümü çevirip bakmayacağım kimseler olduğundan, kurduğu her cümle sonrası içimden “Eyvah!” diyordum. “Eyvah! şimdi alaya almaya başlar, rencide edici, küçümseyici sorular sorar, sonra hep beraber çirkin kahkahalar atar; “Amaaan sende.. Boş veer.. Geç bunları..” demeye başlarlar” diye bekledim. Bekledim. Bekledim. Olmadı…

         Moda tabir ile son derece çağdaş giyinişli bir bayan “artık namaza başlamak lazım” dedi. Bir diğeri fıkhın direktifleri çerçevesinde boy abdestini, temizliği, namazın vakitlerini sordu. Sonraki yarım saat boyunca “artık namaza başlamak lazım” sözünü tasdik edici konuşmalar ile geçti. Ben hala bekliyordum.. olmadı..

         Karar verdim. Aslında çoğunluğumuz birer korkak. Korkular ile boğuşan çok okumuş çok konuşan ama az iş yapan kimseleriz.

         Öncelikle insanların kalplerindeki inanç ateşinin, aşkının, inanmaya olan özlemin farkında değiliz. Karşımızdakinin beynin de şüpheler ve sorular olduğunu varsayarak konuşuyoruz. Oysa o sorular o şüpheler bizim beynimizdedir. Bizim boğazımızı sıkmışlar nefes almamızı engellemişlerdir. Yaptığımız şey ise, iki, üç yaşındaki çocukların yaptığı, benmerkezci düşünme (Bende varsa, olarda da vardır.) yaklaşımıdır. Oysa insanlar sadece inanmak istiyor. Öğrenmek istedikleri ise basit inanma yöntemleri. Basit düşünmek istiyorlar, yeni ve derin felsefeler kurmak değil.

         Soruları cevaplamak adına bin türlü şaklabanlık, maymunluk yaptığımız olmuyor da değil. Cevaplarımız net, apaçık değil, kesin değil, emin değiliz hiçbir şeyden. Konuyu; açıklama adına, eğip büküyor, kimi uçlarından kırpıyor, yanlardan, alttan üsten biçiyor, bir kısmını cebimizde saklıyoruz. Bir kısmının üstüne yorgan, döşek, battaniye, elimize ne geçerse atıyoruz. Böylece hassas bir dengede durmuş, ince bir ipe dizilmiş, her an kopabilecek fikirler kalıyor elimizde.

         Adam sandalyeye oturmuş, hiçbir şüphe belirtisi göstermiyor “ama, ancak, bence, bu konuda şöyle farklı bir düşüncede var.”demiyor, ne söyleyecekse ilk cadde üzerinden söylüyordu. Ara sokaklara dalma gereği hissetmiyordu. Bizler ise her ilke için bir felsefe üretmiştik. Bilimle beslenmiştik. Aklın anlayabileceği seviye ye indirmiştik. Dogmatizmi, aklın acizliğini (mucize), geçmişin hikâyelerini (kıssa) silmiştik. Günümüze taşımıştık. Biz anlattıkça, beynimizdeki şüphelere verdiğimiz cevapları ortaya döktükçe, inceye, detaylara indikçe, önemli oranda insanın şüphelerinin azalmadığını, aksine artığını “ama” ile başlayan itiraz seslerinin çoğaldığını görüyoruz. Kolaylaştırmak isterken zorlaştırıyoruz. Müjdelerken korkutuyoruz. Çünkü önce biz korkuyoruz.

         Aklın oynayacağı oyunların sonunun gelmeyeceğini biliyorum. Her bulduğumuz cevap ardından daha karmaşık bir soru getirecektir. Ve vazgeçmeyeceğiz. Ama hayatının tümünü bir soruya verdiği cevabın rahatlığı ile geçiren biri ile aramızda fark olmadığını görmek acıtıyor galiba. Fark yok derken alicenaplık yaptım. Yoksa elbette ki fark var. (Tek soruyu cevaplayanın lehine) Hani, bin hareket bilip, bunları uygulayacak mekan bulamamış, özellikle öğrendiği son harekete odaklanmış bir dövüşçü ile, tek bir hareket bilip, bu hareketi tekrar ede ede, icrada uzmanlaşmış birinin müsabaka esnasındaki beraberliği, veya çokbilmişin yenilgisi gibi bir şey. Son nefesinde “Keşke kocakarı imanı üzerine ölseydim” diyen felsefecinin duyduğu acı gibi bir şey.. Acıtıyor..

          Korkuyoruz.. Fikirlerimizde çelişki bulunmasından korkuyoruz. Oysa çelişki diye bildiğimiz şeyin aslında, beynimizde yüceltiğimiz bir kesimin fikirleri ile uyuşmama korkusu olduğunun farkında değiliz.

         Korkuyoruz.. Muhatabı ikna edememekten korkuyoruz. Karşımızdaki ister beğensin isterse beğenmesin, bize düşenin sadece hakkı söylemek olduğunun farkında değiliz. Muhatabın hoşuna gitmeyecek bir şey söyleme korkusu ile hakkı karşıdakinin hoşuna gidecek hale getirmeye çalışıyoruz. Zorluyoruz, hakkı eğip büküyoruz.

         Ve en korkuncu
         İnsanlara düşüncelerimizi anlatmaya çalışmıyoruz. Düşüncelerimiz vasıtasıyla kendimizi anlatmaya çalışıyoruz.
         Bazen
          Düşüncenin yeni oluşu, ilginç oluşu, doğru oluşundan daha önemli oluyor. Çünkü doğrular kimi için can sıkıcı olabiliyor. Oysa ilginç fikirler şaşırtıcıdır. Tabi bizde ilginç, şaşırtıcı, yenilikçi oluyoruz. Yeni olan her şeye, savaş açanları yanlış yolda bulduğumuz gibi, yeni olan her şeye, hakmış gibi bağlananları da yanlış bulmalıyız.

          “Bir hayalim var” diye başlamıştı sözlerine, siyahî lider Martin Luther King. Benim de âcizane bir özlemim var. Halkımıza bilhassa arayışta olan, şaşkın gençlimize ulaşacak, hakka davet edecek, şerden neyh edecek birilerinin özlemi. O birileri ki gecelerini gündüzlere katacak, tarlalara çapaya gidecek gençlerin, servis traktörü bekledikleri o birkaç dakikalık zaman zarfında, birkaç kelimelik hakkı söyleme sevdası ile sabah namazından hemen sonra, kendilerini uykunun tatlı kollarından sıyırıp, havanın serin kucağına bıraksınlar.

           Her esnafın kapısında, her okulun koridorunda, her caminin avlusunda, hakkın tatlı uğultusu dolaşsın. Uzun caddeler adım adım adımlansın. Konunun tatlılığı, mekânın darlığını, zamanın kısıtlılığını unuttursun. Kitaplar elden ele dolaşsın. Her evde bir kütüphane oluşsun. Hakkın çalmadığı kapı, seslenmediği kulak kalmasın.

          Aşkla, şevkle, yeni bir şey öğrenmişliğin heyecanı ile sabahlar iple çekilsin ki başka birine aktarılsın. O da başkasına… O da başkasına…
Oysa bizler tek bir kesime seslenecek kültüre sahibiz. Hz. Muhammed (s.a.v.) Hira’dan indiğinde muhatabı, Mekke şehrinin dini merkez olmasının nimetlerinden faydalanan, Arabistan yarımadasının en entelektüelleri, tüccarları ve siyasetçileriydi. Peygamberin onlara söyleyecek sözleri vardı. Yesrip te faşist bir ehli kitap zihniyeti ile dışlanmış çiftçiler vardı. Onlara söyleyecek sözleri vardı. Çöllerin barbar ve çapulcu bedevilerine de söyleyecek sözleri vardı. Hayvanları insanlardan daha iyi anlayan bir çobana, yol üzeri yakaladığı kimselere ayaküstü gelinini çekiştiren bir kocakarıya, savaşçıya, kabile şefine, şefin karısına, şefin karısının kölesine, kölenin çocuğuna; seviyesi, sınıfı, yaşı, cinsiyeti, toplum içinde üstlendiği rolü ne olursa olsun, herkese söyleyecek sözü, anlatacak düşüncesi, ayıracak zamanı vardı. Bizler ise seçkinler sınıfı oluşturduk. Halk’a karnını kaşıyan adam sözünün kapsadığı düşünceyi tasdik edici bir gözle bakmaya başladık. Düzeltme amacı gütmeden küçümsedik. Önemsemedik.. Bizler içimizden beyinsizlerin iman ettiği gibi iman edemezdik.

         Bilgisizlikle suçlayamayacağımız kadar birikime sahip birileri çıktığında, onları da dışlayıcı bir yöntem olan yanlış bilmekle suçladık.

         Korkaklar en çok yalan söyleyenlerdir. Yalanlarının açığa çıkmasından korkaklar. Başkalarını korkmadıklarına ikna ederken döktükleri yalanlardan daha incelerini kendilerini kandırırken kullanırlar. Çelişkileri daha çok olanlar daha çok korkar, daha çok yalan söylerler. Oysa onun güven duygusu netti. Oysa peygamber Emin’di.

        Evet anlatalım.. Korkmadan anlatalım. Kandırmaca olmasın. Saklamaca olmasın. Soyutlanmış, etrafına yasak tabelaları yerleştirilmiş, özel alanlar kurulmasın. Yoksa bir gün aralık kalmış bir perdenin kenarından, yaldızlı bir vitrinin camından, açık unutulmuş bir kapıdan görünürse dış âlemdeki bir gerçek sadece göz ucundan, her şey biter. Tüm emekler, tüm çabalar düşer heybeden. Bir denizyıldızı daha boğulur aşırı oksijenden.

         Korkuyoruz. Sürekli birilerinin fikirlerimizi değiştirmesinden korkuyoruz. fikirdaşlarımızı elimizden kaçırmaktan korkuyoruz. Bazı inançlarımız, sanılarımız, değerlendirmelerimiz, çıkarımlarımız, yargılarımız olduğunda, bunu koruyamama korkusu ile fikrimizin ve fikirdaşlarımızın etrafına duvar örerek mücadele etmek istiyoruz. Tehlikeli bulduğumuz fikirleri saklayarak, hasıraltı ederek onları korumaya çalışıyoruz. Değişmekten korkuyoruz. Oysa tanıtmak korkularımızı sakinleştirebilir. Özgür iradesi ile yolunu seçmiş sağlam karakterli kişiler ile yola devam etmemizi sağlayabilir.

        Düşünmekten, düşüncelerimizi yazmaktan korkuyoruz. Oturup eleştirmek ve bu yolla bilgiçlik taslamak varken, yazmak daha riskli geliyor bize. Bir efsane, bir otorite olmuşken yazmayı becerememekten, beğenilmemekten korkuyoruz.

         O kadar çok korkularımız var ki. Korku bize ait, düşüncelerimizin ürünüdür. Onu tanımalı, özgürleşmek için onunla mücadele etmeliyiz.

           Korkmak..
İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için..
                                                                            

                                                                                              W. Shakespeare

Erkan KADĞA



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.