Efendim!

Yazar: on 31 Ocak 2020

Yazılması en kolay konulardan biri de, çelişkiler arasından, doğrunun kıl ucundan tutup, gerçeğin tereyağından çekmektir sanıyordum. Oysa o kadar farklıyız ki…

Çok fazla söz konusu edilen aşırı konuşma ve aşırı suskunluk arasındaki çelişki ile başlamak yumuşak bir giriş sağlayacaktır sanıyorum. Urganı iğne deliğinden geçirmek ile başlayıp, incir çekirdeğinden zeytinyağlı dolma yapmak üzerine devam eden, sonsuz konuşmalara katılımım neden beklenir anlamış değilim. Ve neden her konuşmanın sonu “beni anlamıyorsun” ile son bulmak zorunda anlamıyorum. Gerçekten anlamıyorum…

Aklıma neler gelmiyor ki: “Erkekler Marstan Kadınlar Venüsten” ile Mutahhari’nin “Kadın” kitabı. Ama üzerimde en fazla etki bırakanı Mel Gibson’un “Kadın Ne İster” filmiydi galiba. Tipik bir erkek formundayken bir kadın gibi düşünmenin beyhude çabasına giriyordu. Sonra bir yıldırım çarpması sonucu, kadınların beyninden geçenleri duymaya başlayan şanslı bir adama dönüşüyordu. Kendisi de talihinin aslında laneti olduğunu fark edip kurtulmaya çalışıyordu. Çünkü kadının beyninden geçenleri duyman, isteğini anladığın anlamına gelmiyor.

Daha neler okumadım, neler duymadım, neler seyretmedim ki!
Bir şey anladım mı?
Kocaman bir “Hayır”!
Peki neden?
Çünkü çelişkiler arasından haz verici bir doğru, yeni bir çözüm bulmak anlık bir mutluluk, küçük bir sevinç sağlıyorsa da sonuçta değişen bir şey olmuyor. Bulduğunuz şey yeni bir çelişkidir çünkü. Çünkü biz zavallılar, sürekli ince bir hanımelinin çekiçleri ile yontuluyoruz, değiştiriliyoruz. Sağımızdan, solumuzdan; arkamızdan, önümüzden dolaşılıyor, dil çekici ile düzleştiriliyoruz. Sonuçta bu maharetli eller tarafından hazırlanmış bir eser çıkmıştır meydana… Ama kadınlar ortaya çıkardıkları eseri hiçbir zaman sevmemişlerdir. Çevreden bakıldığında, su götürmez bir kılıbık olduğunuz kesin. Ama acı olan bu değil; acı olan sizi yontanın gözünde siz, başkasının eliyle kurgulanmış, özgün bir karakteri olmayan, yapılandırılmış süzme bir pısırıksınız. ( Başkasının, bizzat kendisi olması bir şey değiştirmeyecektir.) Artık bir erkek değilsiniz yontucunun gözünde… Peki, yontulmaya karşı direnirseniz ne olur? Değmeyin çekiç seslerinin oluşturduğu kargaşanın, şamatanın keyfine. Çünkü sesiniz hiçbir zaman kadın sesi kadar gür çıkmayacaktır. Susarsınız. Susarsınız.

İşin aslı dostlar; kadınlar kendi kompleks yapıları nedeniyle erkeklerin ne kadar basit yaratıklar olduğunu anlamıyorlar. Bizi anlamıyorlar. Çoğumuzun hayat felsefesini cinsel organı ile midesi oluşturuyor. En akıllımız, kaba işlerin ince hesabını yapabilenimizdir. Mümkün olduğunca daha çok insana veya toprağa hükmetmek, düşmanın, zayıfın tüm maddi kaynaklarına konmak gibi. Peki bunu nasıl yaparız? En kaba ve ilkel yöntemlerle: Tehditle, silahla, savaşla… Oysa kadın, ince işlerin, ince hesabını yapar. Erkekler dünyaya hükmederler, kadınlar ise erkeklere hükmederler.

Bir kadın için, isminizin önünde bulunan unvanın hiçbir önemi yoktur. Dünyanın en prestijli üniversitesinde kürsü sahibi bir profesör, yol ayırımlarını mesken edinmiş aksakallı bir dede veya ismi, uyutulmak istenen çocukların kulaklarına fısıldanan acımasız bir diktatör olabilirsiniz, hiç fark etmez. Bir kadın için siz, evcilleştirilmesi oldukça lüzumlu bir o kadar da kolay bir yabanisinizdir. Evlenmişseniz, evcilleşmeniz garanti demektir. Aramızdaki bazı orman kaçkınlarının vahşiliği kronikleştiği için, iyileştirme süreci uzun ve sancılı geçebiliyor. Bunları istisnalardan sayıyorum. Yani efendim, uzun sözün kısası, bizler kendini efendi zannetmesine bilinçlice izin verilen köleleriz. Efendilerimiz de malum… Siz gelin kaynana savaşının nedenini; paylaşılamayan, seçkin bir erkeğe bağlayan saflardan değilsiniz herhalde. O kadar saf olamazsınız. Ortada erkeğin oldukça pasif olduğu bir hükümranlık mücadelesi vardır. Ama o kadar ince bir mücadele ki seyrine doyum olmuyor.
Efendim; feministler ve moda tabiri ile İslamcı feministler -ki çıkış nedenlerini ve amaçlarını kesinlikle anlamış değilim- yeryüzündeki tüm kargaşanın, savaşların müsebbibi olarak erkekleri görürler. Doğrudur… Ben bir tankın üzerinde, elindeki uzun namlulu silahı ile sağı solu yaylım ateşine tutan bir kadın düşünemiyorum. Savaşanlar kadınlar olsaydı, herhalde tankların üstü kamuflajlarla değil, çiçekli masa örtüleri ile örtülür, namlulara el işi göz nuru danteller serilir, TNT kalıpları mis gibi çamaşır suyu kokar, barutun haftada bir tozu alınırdı. Siz kadınlardan oluşmuş iki ordunun karşı karşıya geldiğini farz edin: Kendi aralarında şöyle konuşurlardı:
—Ayol, şu kırmızılı olan, gece kıyafetli, kolları fırfırlı, dantelli askeri üniformayı hangi terzide diktirdi acaba?
—Geçen gün bizim Rus yapımı tanklarımızdan birinin paletleri kırılmasın mı, çok üzüldük, takımı bozuldu. Almanya silah pazarına gittik, çok güzel F16’lar vardı ama rengi bizim savaş gemilerimize uymadığından alamadık.
Karşıdaki düşmanlarına şöyle seslenirlerdi:
—Gelirsem oraya ağzını orta yerinden caarrrt diye yırtarım!
Sonra seyredin saç saça, baş başa curcunayı. Ama tek bir kurşun sesi bile duyamazdınız. Çünkü kadınlar savaşamazlar, sadece savaşmamıza neden olurlar.

Neden birbirimizi anlamıyoruz, anlamıyorum. Hani daha çok eğitim, sorunu çözer dersek, çözmüyor. Romantizm çözer dersek, bazen hastalığı azdıran bir virüse dönüşüyor. Yani siz, kimi zaman söylediğinin tam tersinin yapılmasını isteyen, bu isteğini en değme tiyatroculara taş çıkartacak bir oyun ile sergileyen birini nasıl anlayabilirsiniz ki? İki çelişkiden birini seçme çabasına girmektir mutsuzluğumuzun sebebi. Kadının isteğini yerine getirmek sorundur, isteğini saçma görüp susmak da… Hayır; çoğunlukla kendimiz olmak, bazen de çelişkilerin bukalemunu olmaktır çözüm… Hayır, hayır, çözüm bulma çabasıdır mutsuzluğumuzun yegâne sebebi… Oysa erkek olmak onca isteğin arasından bir isteğinin yerine getirilmesi mutluluğunu yaşatacaktır kadına… Birbirimizi anlamaya çalışmayalım yeter… Öff! Birbirimizi anlama çabası ve doğallığı birleştirelim, bir şeyler yapmaya çalışırken bir şeyler yapamamanın travmasını yaşamamaya çalışalım… Velhasıl, içinde bulunduğum çelişkiyi görüyorsunuz değil mi?

Şakayı bir kenara bırakıp, ayrı bir parantez açmak istiyorum. Kızgın güneş altında, tarlalarda çalışan, sırtında ocağını tüttürecek odun, karnında çocuğunu taşıyan kadınlarımızın karşısında şapka çıkarıyorum. Kadınlarımızın hamuru sevgi ve fedakârlıkla yoğrulmuştur. Ne yaparsanız yapın, bir kadın kadar sevemez, bir kadın kadar özverili olamazsınız.
Parantezi kapattım. Bunca şey yazdıktan sonra, bıyık altındaki o gülüşünüzü, o hınzır bakışınızı görmüyorum sanmayın. Nasıl da biliyormuş, nereden biliyor tüm bunları diyorsunuz? Önce kendinize gelin, sonra evet haklısınız… Tecrübelerimden… Sizin hayatınızdan edindiğim tecrübelerden…

Bir dostun uzun yazının sıkıcılığı üzerindeki değerli tavsiyeleri olmasaydı şimdi düşünüyorum da yazacak daha ne kadar çok şey var. Ama
—Sana sesleniyorum
—Efendim!
—Yine beni dinlemiyordun değil mi? Bir daha bir şey anlatmayacağım sana. Beni hiçbir zaman anlamadın ki…

Erkan KADĞA



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.