Önemi Yok

Yazar: on 31 Ocak 2020

Söylediklerimiz önemli değil artık. Çok şey söylenir oldu çünkü. Genelde okumayan bir toplum olsak da, hatırı sayılır başarılı bir yazar ya da düşünür kadrosu ortalık yerde dolaşır oldu. İnsanlarımız artık kelimelere rahatça hükmedebiliyorlar.

Söylediklerimiz önemli değil artık. Nasıl söylediğimiz, nasıl anlaşıldığımız, ne kadar dinlenildiğimiz önemli. Zıt iki yazı arasından tercihimizi yaparken, söylenenlerin önyargılarımıza olan uyumuna, yazarın imajına, yazının edebi gücüne, sloganların gür sesliliğine bakıyoruz. Edebiyat zamanımızın afyonu oldu. Koca koca adamlar, edebiyatçılar, profesörler, din alimleri, yağmurun önünde ıslanmış, absürt sulu boya bir tabloya öyle methiyeler yakarlar ki, farkına bile varmadan, kendimizi karşımızdakinin bir şaheser olduğuna yemin ederken buluruz. Hızımızı alamaz, çağdaş, modern sanattan dem vurur, birilerini sanata düşman; yobazlar, gericiler veya kellesi vurulması vacip gâvurlar ilan eden imanlı bir savaşçıya dönüşürüz.

Ne söylediğimizin önemi yok. Kişiler ve düşünceler hakkındaki önyargılarımızdır karar vermemizi sağlayan. Daha doğrusu dinlemeden çok önce, vermiş oluyoruz kararımızı. Bir cümleyi, bir düşünceyi, duayenimiz, idolümüz, ağabeyimiz söylemiş ise vereceğimiz cevap ‘ee’ leri uzatılmış bir ‘vay beee’ ile başlayacaktır. Yok, eğer herhangi biri haddini aşmış, aynı cümleyi kullanma bahtsızlığını göstermişse, muhtemelen karşısında, soğuk bir ‘ama’ ile başlayan, çatık kaşlarla güçlendirilmiş, yarım dudak bükümü ile söylenmiş bir cevap bulacaktır. Karşı cevap ne kadar kof, içi boş, tutarsız olsa da müthiş bir özgüven ile serdedilecektir. Ne söyleyeceğimizin hiç önemi yok. İnanın dostlar siz daha cümlenizin ilk kelimelerini kullanmaya başlamışken, muhatabınız, size vereceği cevabı tasarlamaya başlamıştır bile. Önemli olan gerçeğe ulaşmak değildir, önemli olan tek gerçek, uygun bir karşı cevap bulunması gerçeğidir. Zaten gerçek her zaman göreceli olagelmemiş midir?

Bugün yaz yağmuru gibi sağanak halinde yağan yazılar arasında tercih edilme şansınız çok fazla değildir. Yapabileceğiniz birkaç şey var aslında. Ya oturup bahtınızın acık olması için içten dua edeceksiniz (ki bu iki tür yazarın işine yaramayacaktır. Her işini duaya dayayıp, yük yüklenmeden oturanlar ile özgüven etiketi ile fiyatı makul seviyeye çektiğini düşünen, az bilen çok bilgiçler…) Ya anlatımınızın içeriğini önemsemeden olabildiğince makyajlanmış cümleler kullanacaksınız, ya daha basitini tercih edip, farklı, sansasyonel konuları gündeminize alıp, karşıtlığın yarattığı nefret ile yeniliğin getirdiği ilginçliği araç edineceksiniz. Ya da söylenmiş cümleleri evirip, çevirip tekrar edeceksiniz. Oysa tekrar, bilimin dirilişi, edebiyatın ölümüdür. Yağmur damlalarının benzer oluşu gibi benzer olmaya başladı edebiyat. (Elbette ki en garanti ölüm yağmurun tamamen kesilişi ile gerçekleşecektir.)

Diyorum ki, samimiyetsizlik, gösterişperestlik, amaçsızlık, bütününün parçası olmaktansa, bütün her şeyin sahibi olmak isteği, doyumsuzluk, kartel oluşturma gayreti kanımıza, her zerre canımıza karışmış bir zehirdir.

Ekonomide kartel

Edebiyatta kartel

Düşüncede kartel (herkes benim gibi düşünsün)

Oysa biz son sözün sahibi olmak değil, sözü paylaşmak istiyoruz.

Sadece söz söylemek değil, söylenmeye değer söz söylemek istiyoruz.

Belki sözü güzel söylemek, ama daha çok, güzellikleri anlatan sözler kullanmak istiyoruz.

Önce susmak, sonra ölçmek, daha sonra biçmek, bizimde söylenecek sözümüz varsa dikmek istiyoruz.

Önce kendimize söylemek istiyoruz.

Ve

Güçlünün, sesli sesine söz olmak değil, ezilmişin sessiz çığlığına söz olmak istiyoruz.

Doğrusu, gür ormanlara, yeşil çimenlere dökülen sağanak yazı yağmurları içinde alelade bir damla olmaktansa, hararetli kumlara dökülen yalnız bir damla olmak isterdim. Yanardım, uçardım… Susamış bir kum tanesine bir anlık serinlik olurdum, sürgündeki kestane tenli bir yolcunun asi alnındaki kutsal tere karışır, belki biraz tuzlanır, tadı acı olanlardan olurdum. Ama iddialı değilim. Belki amatörlüğün gölgesini, ürpertici bir mağaranın karanlığı ile karıştırıyorum. Belki ilk yazılardaki en basit yöntem olan giriş yazısının (olabildiğince yoğun duygular ile yoğrularak) bir dostun maharetli elleri ile elimden alınışına yanıyorum. Yahut kıvrak bir bilek hareketi ile çaktırmadan satırları dolduruyor, bir çeşit giriş yazısı yazıyorum.

Her neyse…

Her ne ise artık…

Önemli değil…

Çaktırmıyorum değil mi?

Erkan KADĞA



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.