Akıl vesaire…

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Bütün b/ilimlerin kendisinden doğduğu ‘akıl’ küçümsendi beri ‘’geri kalış’’ serüvenimiz başladı diye düşünürüm. Lamı cimi yok, çok ‘klişe laf’lardan oldu diye dillendirmekten de çekinmeyeceğim; geri kaldık, geriyiz, gerideyiz… Irak’ta ve Afganistan’da ninelerimizin bile ırzına geçmeye varan vahşetin görüntülerini, ‘basına sızdırıldı’ kılıfında gözümüze sokarlarken bile, yapacak bir şeyimizin olmayışı kadar geriyiz işte. Birileri bunu, akletmeyi unutmuş kalın kafalarına sokmalı artık. Farkına/bilincine varıp bir yerlerden başlamanın başka yolu yok çünkü.

Klişeyi tekrarlamak gerekirse, ‘geri kalmamızın’ sebepleri henüz hak ettiği boyutlarda tartışılmış bile değil. Ehlince yapılmış çok az çalışma var. Bu çalışmaların da çoğundan haberdar değiliz çoğunlukla. Tam da bu nedenle geri kalmışlık yeterince hissedilmiyor, ne aydınlar/alimler ne de ümmet tarafından. Ali Şeriatî, ezilmişliğin tek başına harekete-gayrete getirici olmadığını, bunun olması için söz konusu ezilmişliğin hissedilmesi gerektiğini söylüyordu. Yani bilince çık(a)mayan bilinemez/hissedilemezdi. Geride olduğunun bilincinde olmayan ileri doğru adım atmaya çabalamazdı elbet. Dolayısıyla bilincine varılamayanın gereği de yapılamazdı.

Gereği nedir o halde? Bir kaleşnikof kapıp Afganistan’a mı gitmek ? Hüzünlendirmeyin insanı. Amerika’da dörtyüz adet bulunup İslam ülkelerinin hiçbirinde tekinin tekerleği bile bulunmayan B-52 savaş uçaklarına karşı kaleşnikofla savaşmak, Allah’ın yardımını çağıracak yüz bile bırakmamalı insanda. Oralarda şu anda kaleşnikofla savaşan mazlumları değil, aydın, alim, molla, akademisyen ve siyasetçi müslüman önderleri, rehberleri, yazarları, hocaefendileri, şeyhleri yeriyorum. Ya akl(ınız)ı başınıza alın ya da başınızı alıp gidin. Yeniden üretcekseniz bize ait bir b/ilim, yeniden inşa edecekseniz Yolumuzu/Din’imizi, yeniden inşa edecekseniz buyurunuz, önler sizin olsun . Yok, geçmişlerimizin ürettiğini tüketemeye devam edecekseniz ilim adına, biraz da sizin telkinlerinizle kaleşnikofu alıp B-52’lere karşı ölüme giden genç civanlar adına, yeter artık.

M. Abid El Cabiri,  Arap-İslam Aklı’nın Oluşumu adlı eserinin 20-21.sayfasında şu acı gerçeği tespit ediyor, ilerleyen sayfalar boyunca örnekleye örnekleye hem de. Şöyle diyor Cabirî : ‘’…Bu kültür mekanları İslami dönemi yaşamaları açısından zamansal(kronolojik) bir farklılık yaşamışlardır. Örneğin Fatımilerin Kahiresi bir çok şeyi Abbasilerin Bağdat’ından sonra yaşamıştır. Fas ve Kurtuba ise bütün bunları Bağdat ve Kahire’den sonra yaşamışlardır. Bu durum ‘kültürel geviş getirme olgusu’ olarak isimlendirebileceğimiz bir gerçeğin gündeme gelmesine neden olmuştur. Günümüze dek gelen ve her biri bir öncekinin tekrarı olan ciltler dolusu kitaplar hala daha bu olguyu beraberinde taşımaktadır…’’

İslam dünyası ekonomik, siyasi,kültürel,askeri, b/ilimsel ve teknolojik olarak geri kalmıştır. Bu durum tartışmasız bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Bunu gözlemliyor, yaşıyor ve hissediyoruz, neredeyse üçyüz yıldır. Ama son yüzyıldır iliklerimize kadar duyumsuyoruz. Ar damarımızı çatlatırcasına dayatmaya başladı kendini, bu açık seçik geri/ci/lik.

Gereği nedir o halde, diye sormuştuk. Çok açık, aklımızı kullanmaya başlamak ve ‘aklı’ ilk sıraya koyacak b/ilimsel çalışmalarla alternatif bir ekonomik, siyasi ve kültürel ‘güç’ olma yolunda adım atmak. Geçmişte üretilen bilgiyi ve usulü geçmişte bırakarak zamanın ruhuna ve bedenine uygun bir metodoloji ile yola koyulmak. Geçmişin kendi imaknları ve zamanlarının aklı ile oluşturdukları patika yolu stabilize etmek, asfalta yükseltmek, mümkünse mermer kaplı ‘yol’lar haline getirmek… Fıkıhtan felsefeye, tefsirden kelama, geçen bin yılda katettiği mesafeyi göz ardı etmeden, akl’ı yeniden işletmeye başlamak ve böylece ‘’inasn’’ ın yeniden umutla sarılacağı medeniyeti inşa etme yoluna girmek.

Meselemiz bu.

Geçmiş aklın ürettiği ilim ve usulü ebedi/değişmez ilim ve usul bellemek, yaradılış yasası gereği sürekli tekâmül eden aklı âtıl bırakmakla sonuçlandı. Hala bile bir konuda geçmiş bir fakihin veya kelamcının zıddı bir şey söylemek gayrı ilmilikle suçlanmanızı doğuruyor. İmam şafii’nin veya Gazzali’nin çeşitli alanlarda yaptığı tasnifleri bile neredeyse ‘son’ sözler olarak bellemişiz. Yaptığınız çok aklî bir değerlendirme bile geçmiş bir alimden referans almıyorsa değersiz görülüyor. En nazik olanı, içinden ‘’boş konuşuyor’ der sizin için. Hiçbir ilim ve alim akıldan üstün değildir oysa. Tüm ilimler aklın ürettiği ve insanın hizmetine sunduğu araçlardır. Akıl, yine kendi ürettiği birikimlerden faydalanarak yeni araç ve yöntemler bulmanın b/ilimini inşa etmenin adıdır. İnsanoğlu var oldukça bu birikim artarak devam edecek. Aksi halde önce donma ardından gerileme gerçekleşir. Akla sırtını çeviren yerinde bile sayamaz zira. Hareket hayatın bir kuralı ise ileri gitmek mümkün olmadığı zaman geriye gidiş kaçınılmaz olur. Müslüman başa gelen işte budur.

Eski usul ve kavramlarla düşünmeye devam etmek yeni bir şey ortaya koymanızın önünde ciddi engel olduğu gibi, Câbirî’nin de belirttiği gibi geçmişin anlaşmazlıklarını da bugüne taşımış oluyoruz. Eğer siz hala imametin şartları kavramını aynen alıp üstelik mesela –bir Sünni olarak- kureyşi olmak ilkesini, -şii olarak- peygamber soyundan olmak ilkesini tartışıyorsanız bin üç yüz yıllık çatışmayı bugün devam ettirmiş oluyorsunuz. Gerçekte ise artık krallık ve sultanlık fikrini aşıp parlamenter bir yönetim anlayışına evrilen insan aklına paralel düşünmeliydik. O zaman hem geçmişin çatışmalarını yaşamazdık hem de bugün olduğumuz noktadan çok daha ilerde olabilirdik.

Avrupa’da hala varlığın aslı konusunda filozofların ve ilahiyatçıların ilk çağ filozoflarının kavram ve metodolojilerini kullandığını bir an hayal edin. Su mu yoksa ateş mi? Hava mı yoksa? Yoksa su hava ateş ve toprak mı? Komik, değil mi? Ama onlar kuantum fiziğini tartışıyorlar bugün.

İşte bizim hikayemiz bu kadar komik. Biz hala taharet mevzuundan tutun da imamet mevzuuna kadar, imam malik veya imam Cafer kavramsallaştırmalarını, imam Şafii metodolojisini, Gazzali akıl yürütmesini kullanıyoruz. Bu yüzden de o dönem ayrılıklarını hala sürdürüyoruz. Sünnilerle Şiiler söz gelimi, hala eski kavgaları eski kavramlarla, üstelik hiçbir yol katetmeden sürdürüyorlar. Faiz konusunu hala elimizdeki birkaç hadiste geçen iki sepet hurma hikayesi çerçevesinde değerlendiriyoruz. Su ve sabun kullanma alışkınlığında dünyanın neresindeyiz acaba, ‘temizliği imandan gören ümmet’ olarak? Temizlik kriterlerini hala ‘ibn-i Kasım’ kavramları ile teorize ettiğimizden olmasın bu ‘temiz’ pratik! Halimiz, Piri Reis haritasıyla okyanuslara açılmak isteyen bir kaptanın haline de benziyor, hastalarını İbn-i Sina reçetelerine havale eden bir hekimin haline de…

Bugünkü dünyayı siyasetinden ekonomisine eleştiren biz Müslümanlar hangi alanda hangi projenin sahibiyiz. Dünya, kendini Müslümanlara teslim etse ne yapacağız. Bir buçuk milyar nüfusuyla Çin’e ne öneriyoruz mesela. Her Allah’ın günü doyması gereken bir buçuk milyara aş, iş ve hürriyet sunabilecek ne tür iktisadi ve siyasi projeler üretebilmişiz. Faiz haram deyip her türlü kredibilitasyon faaliyetini yok ederek mi doyuracağız onları? Enflasyonu nasıl çözeceğiz? Şafii’nin bile! bilmediği bu enflasyon, borsa, repo işlerini nasıl anlayacağız? Mali disiplin enstrümanımız zekatı nasıl uygulayacağız acaba? Bir buçuk milyarlık ülkede zekat memurlarına yetecek mi acep toplanan zekat?! Peki Siyasi bir model sunabilecek miyiz onlara? Onlar için de bir imamet kavgası icad etmesek bari: İmam Konfüçyüs’ün imametinin sübutu! İmam Lao Tse’nin hilafetine dalalet eden hadisler! Şaka bir yana, ayakları yere basan bir yönetim tecrübemiz ve sistemimiz var mı gerçekten. Ben çok şüpheliyim de, fikri olan beri gelsin.

Devam edelim soru/n/larımıza;

Mısır’dan sonra geldiği İran’da, bazı fetvalarını değiştiren İmam Şafii’ye bu çelişkisi sorulduğunda, burada şartlar farklı dediğinden beri şartlar bir daha hiç değişmedi mi? Bin üç yüz yıllık zaman mesafesi bile birazcık değişimi şart kılmaz mı, kılmamalı mı? Hala Allah’ın eli’ni söz gelimi Bakıllanî gibi tasavvur etmek zorunluluğumuz hangi ‘zorumuz’dan kaynaklanıyor? Eşari’nin, ateşi yakma sebebi görmemesi teoremine itikadi bağlılığımızdan olmasın bilimsel alandaki kısırlığımız? Sebep-sonuç ilişkisini tevhid adına yok sayma usulünü daha ne kadar sürdüreceğiz? Sebep sonuç ilişkisini reddeden bir akıl hangi bilimsel atağı gerçekleştirebilir Allah aşkına?

Neden Cahız’ın, Birunî’nin, İbn-i Heysem’in, İbn-i Sina’nın bilimsel üretimi nesil nesil birikerek devam edemedi? Ama batıda bu oldu. Sürekli bir ilerleme hali bilimsel ve teknolojik birikimi işte bugüne getirdi. Bu, Cabirî’nin adeta kazı yaparak ulaştığı iddiayı destekliyor. Cabiri düşünsel gelişimin bilimsel gelişmeyi, bilimsel gelişmenin de teknolojik gelişmeyi tetiklediğini söylüyor. Bizde ise Gazzali ile eş zamanlı olarak başlayan düşünsel durgunluk, bilimsel alanı da etkilemiştir. Gazzalî’den sonra ilmi faailiyet eskileri şerh etmekten ibaretti. Daha sonra ise durum şerhleri şerh etmekten ibaret olmaya kadar ilerlemiş. Arada istisna çıkışlar da ezilip yok sayılmıştır.

İslam ülkeleri içinde İslam’la en az barışık olanın ve tamamen sekülerleşenin diğerlerine nispetle daha ilerde olduğu gerçeğini nereye koyacağız. Ve eskiye şekilsel bağlılığı katılaştıkça düşünsel ve fiziki geriliği o oranda artan İslam ülkeleri bize neyi anlatıyor? Başka dış faktörler de var elbette. Ama bu, gerçeğin önemini azaltmaz.

Yapılması gereken, sekülerleşmek değil, aklı ilk sıraya yerleştircek bir usul belirlemek. Ardından zamanımıza ve mekanımıza uyan kavram ve terminoloji üretmek. Bu sayede anlaşılırlığı artırıp çağa hitap edebilmek. Çağın dilini yakalayabilmek. Sonra bunun üzerine bilim, kültür, siayeset vs. üretmek; ilhamını Tevhid ve adalet ilkelerinden, desteğini akıldan alan bir dünya inşa etmek için…

Müslümanlar yaşadıkları ülkelerin asli unsurları olarak siyasetten ekonomiye, bilimden sanata her alanda var olmalı. Kendimize ideolojik barikatlar örüp dünyamıza hapsolduğumuz zaman her şeyin daha iyi olmayacağını artık anlamalıyız. Bizim bir yerde var olmamız o yeri düzenlememizin ön şartıdır. Olmadığımız mekanı düzenleme şansımız yok. Yusuf peygamber’den daha muvahhid olmadığımızı anlamaya başlamazsak buna en çok ‘’tağut/lar’’ın sevineceğini de bilmemiz lazım. Onları sevindirmemek ve inşa projesine, bulunduğumuz tüm zeminlerin imkanlarını seferber etmek için bu farzı ifa etmeliyiz.

Müslüman oluşumlar ise maiyetlerindeki nesli-gençliği zamanın gereklerini donanmaları/kuşanmaları için yeni programlar uygulamalı. Dil öğrenmekten felsefeye, bilimsel çalışmalardan sanatsal faaliyetlere kadar, eskinin cahili olmayan, ama yeni olanda olabildiğince derin bilgi ve yeteneklere sahip bireyler yetiştirmeli. Sınırlar ötesi işbirlikleri ile siyasi, kültürel, bilimsel, sanatsal etkinlikler organize edilmeli. Bu alanlarda kurumsallaşmalı, geleceğin dünyasına imanlı parlak nesiller devretmeliyiz.

İdeolojik düşünmek dışında yeteneği olmayan, Kur’an’ı yüzünden ve lafzından okumak/anlamak dışında fehmi olmayan, yaşadığı çevreye hitap edemeyen; ekonomi bilgisi ‘’narh’’ ve ‘’faiz’’ kavramından ibaret, düşünsel kalibresi Eşarî dönemiyle sınırlı olup, siyaseti hala Benî Sâide Sofasında yapmaya çalışan, kültürel ve bilimsel gelişmelerden habersiz, mukallit ve işe yaramaz nesiller, B-52 ye karşı kaleşnikofla savaşa göndermeye yarar ancak. Fakat bu, geriliğimizin, namusumuzu tehlikeye atacak boyutlara gelmesini engellemiyor, maalesef.

Aklını kullanmayanların üstüne pislik atıyordu (ya da onları rezil ediyordu) Allah (Kur’an-10/100). Aklını uzun zamanlar boyunca kullanmayan biz Müslümanlara da pislik atıldı. Namusu kirletti bu pislik. Öyle bir pislik ki temizlenmesi ‘eldeki hiçbir deterjanla’ gerçekleşemiyor. O vakit bizi bu pislikten temizleyecek deterjanlar bulmanın/üretmenin vaktidir. Bu vakit start aldı biliyorum. Dünyanın değişik yerlerinde ve ülkelerinde bu uyanışı gerçekleştiren camialar ve aydınlar/alimler de var artık. Ama ilerleme/yenilenme nitelikli bir hal almış değil. Temennimiz, bunun kısa sürede gerçekleşmesi.

Devrim BAL(13.08.2010)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.