Ahir Zaman Hüzünleri

Yazar: on 26 Mayıs 2020

(Gözlerinizin bir noktaya takılıp kalmaları çoğaldığında hüznünüzü kaybetme endişesine kapılmışsınız demektir. Bu iyi bir şeydir korkmayın. Bir noktaya değil de boşluğa bakanlardan da olabilirdiniz. Hüznün boşalttığı boşluğa… Ne hazin olurdu değil mi? Ve hüzün, mazisi olanın duyabileceği bir şeydir. Mazisi olmayan, kökü olmayandır. Köksüz olan. Yani, soysuz olan. Köksüzler hüzün bilmezler. Bu yüzdendir en zalimlerin en köksüzlerden/soysuzlardan çıkması. En zalim uygarlık en köksüz kıtaya nasip oldu, hüznünü/kökünü terk edenlerin/soysuzların eseriydi zira. Hüzünlerine el sallayanların eseri.)

Çocukluğumuzdu kayıp giden, masumiyetimizdi… Masumiyet çağlarının son ‘beyaz’ demleriydi bizi bırakıp giden… Bize, insanı renk körü yapan ‘renkli’ dünyalar bırakıp, mürteci zamanlardan kalma kırıntılarıyla avunduğumuz siyah-beyaz dünyamızdı çekip giden… Can çekişen haliyle de olsa, bize can veren insani yanımızdı yaşanıp giden…

Sanki hiç yaşanmadı masum çeşme başı aşkları. Sanki hiç yaşanmadı bayram akşamı bayramlık telaşları. Sanki hiç ürpermedik, gaz lambası loşluğunda dinlediğimiz cinli-perili masal gecelerinde. Sanki hiç beklemedik uykusuz, sonunu bildiğimiz türk filmelerini. Sanki hiç yazmadık    ‘‘beni soracak olursan…’ ’  diye başlayan cümlenin, demirbaş olduğu mektuplardan. Sanki hiç çekinmedik, hep aynı pozları verdiğimiz siyah beyaz fotoğraflardan.

Yaşandı gitti işte… Kişi başına düşen mutluluk katsayımızdan kat kat alarak gitti . Ekmek üstü az salçalı helal öğünlerimizi alıp, bize, içinde her bir yoksulun hakkı olan az ekmekli çok etli bol çeşit haram öğünler bırakarak gitti. Saklambaçtan ‘günah saklamacılık’a terfi ettirerek ‘oyun’umuzu, gitti. Yakalanmak eğlencesini azaba/rezalete çeviren ‘saklambaçlar’ zamanı şimdi. ‘Haram zamanlar’ın kucağında debelenme vakti şimdi. Akılsız başın cezasını, kalpsiz (de) kalarak çekme vakti şimdi…

Ne kaldı elimizde, gönlümüzde; hüzünden arta kalan. İkindi çayı muhabbetlerimiz bile kalmadı, iftar sonrası cami önü sohbetlerimiz … Yas tutardık ölülerimize, şimdi yas evleri. Ağıt yakılırdı acımıza derinden, çığlık atılıyor şimdi; iğreti, zorlama. Cami arkadaşlarımız yok, mahalle dostlarımız yok, külüne muhtaç olduğumuz komşularımız yok. İş arkadaşlarımız var, iş sonrası ölse haberdar olmadığımız. Varsa yoksa cafe laklakları, aybaşı para hesapları. Birbirimizin yüzüne bak(a)mıyoruz artık. Şimdi televizyona bakıyoruz, bilgisayar ekranına. Bir yetim başına da, bir mezar taşına da dokunmaz olduk. En çok klavye tuşlarına, kumanda düğmelerine bir de harama dokunur olduk. Dokunduğumuz ölümümüz, baktığımız cesedimizdir. Göz göre göre hüznümüzü kaybediyoruz. Sonunu peşinen gördüğümüz bir film izliyoruz sanki.

Bir zamanlar iple çektiğimiz cumartesi gecelerinde, bizi uykusuz bırakan sonu belli türk filmleri de fayda etmez artık. Kim bilir, ‘film’ o zaman başladı belki. Son kez bir araya toplayıp, helalleştirmek istiyordu belki bizi. Sonu belli filmlerin ikazı fayda etmedi. Gelecek cumartesileri iple çekmeye devam ettik. Çocuk, Cüneyt Arkın’ın babası olduğunu öğrenecek miydi acaba?…

Bir de eskimo kalmış mıydı acaba bakkalda? Günün önemli sorularından biri de buydu. Vişneli olacaktı benim, illaki. Kana kana emdiğimiz eskimonun sonu buzdu. Eskimolar boyalıydı belli. Genç kızların dudaklarına yeni yeni sürmeye alıştı(rıldı)kları boyalar gibi, dudaklarımızı kıpkırmızı yapardı. Sonradan görme kızların ölçüsüz sürdükleri boyalar kadar kırmızı. Şimdi onlar öğrendi, sofistike makyaj yapmayı. Biz de boyalı eskimoları terk ettik, b(f)oyası belli olmuyor artık yediğimiz haltların.

Sevdalarımız vardı eskiden evet, çeşme başı masum aşklarımız. Muhabbet mekanlarımız. O mekanları şenlendiren ağır başlı babalarımız, ağabeylerimiz vardı. Evlerinde vakarla oturan annelerimiz, ablalarımız,  kadınlarımız… Hepsini, göğüsleri omuzlarından sırtlarına doğru sarkan, kötü ruhlu masal cinleri yedi belki. Yerine şeytan çarpmış bir nesil koyarak. Hüznünü/anlamını kaybetti çağın çocukları. Onların çet odaları, cafeleri, manitaları var. Artık ayaküstü geyik yapıyorlar. Ayaküstü gülüşüyorlar, bir kaldırım kenarında. Fast food yiyip, blu CİN giyiyorlar. Yogaya yazılıp, murathan mungan okuyor, otobüste kulaklıktan ayaküstü rack dinliyorlar. Yılan derisi cüzdanları, rayban gözlükleri, ‘Münevver’(!) sevgilileri var (erkeklerin). Kırışmayan ciltleri, boş bir kalpleri, pahalı parfümleri, sevgiliLERi, patronLARı, iş çantaları ve pürüzsüz gösteren makyaj setleri var (kadınların)…

‘Pürüzsüz’ olmalıydı oysa, bir kadının yüzü. En çok onların ‘ak’ olmalıydı, yüzü. Sırtını iyice dönmeliydi anneler namahreme, ki emzirirken haram kusmasın bebeleri. Oturduğu koltukta, otobüsün namaz için mola vermesini telaşla beklemeliydi erkekler. Evlerin cephesi mezarlığı görmeliydi, ölümü hep akılda tutan. Tandırlar buram buram ekmek kokmalıydı, misafirler hesab edilerek leğen dolusu yapılan. Nakışlı ve boyunluklu elifba kılıfı olmalıydı çocukların, cami yolunda. Tüm yolları camiye çıkmalıydı mahallemin. En merkezde buluşmalıydı ‘ben’ merkezler. Bir eyvanımız olmalıydı, tüm kapıların açıldığı. Odalarımız mescitlerimiz olmalı, pencerelerimize serçeler konmalıydı. Duvarlarda entelce tablolar değil, kabe motifli kilimler olmalıydı…

Ve kıblesi bu kadar şaşmamalıydı insanın. Çelişkilerim, bu denli keskin olmamalıydı. Acılar terbiye etmiyor artık, ciğer söküyor. Acılar çelişkilere, çelişkiler acılara dönüşüyor içimde. Ne kaldı anlamını yitirmeden kalan. Saflığı/iffeti tenini pürüzsüz kılmış bir kadın mı? Namaz molasını telaşla bekleyen erkekler mi? Namaz molası veren otobüslerden bile kalmadı. Şimdi koltukları televizyonlu olanlar çıktı, molaları film arası veren. Filim değil gerçek. Sanal gerçek!

‘İnsan’ın başına bişi gelecek diye korkuyorum. Aklını kalpsizlere kaptırdı beri, zelil bir esire, marazî bir hastaya döndü. Oysa kalbi olanlar, akıllarını yanlarından hiç ayırmamalıydı. Böyle buyurmuştu ‘’Büyük Tabip’’. Buyruğa uyulmadı, ‘İnsan’ şifayı kaptı. Ben-i Adem akşamüstü sıtmasında şimdi. Bu yeni bir hal. Yeni hal’imizin ilmini bilmiyoruz. Eski hal ise muhal. İpini koparmış atlar gibiyiz velhasıl. Sahipsiz, istikametsiz.

Ruhumuzu kaybettik, bedenimizi mumyalamakla meşgulüz. ‘‘N’Aynur kurtulacak mı n’doktor? N’ebe’yi çağırın, n’iç kanama var’’! diyen Cüneyt Arkın’ın film icabı endişesi kadar bir endişe bile okunmuyor  yüzümüzden. Endişesi olan ise yarısına sahip ‘reçetenin’. Oysa besili atlarımız, verimli topraklarımız olmalıydı. Dalından incir yemeli, zeytine yemin etmeliydik. Emin beldeler, faziletli Medineler inşa etmeliydik. Elimiz, dilimiz güven vermeli, ‘’medenî ateşler’’ yakmalıydık.

Fakat ağlamalıyız şimdi. Kırk gün kırk gece yas tutmalı, hüzün sıtmasına girmeliyiz. Yatağımızda hüzne yakalanırken, ıslanmış yastığımız tanığımız olmalı; hüznün hakkını verdiğimizin kanıtı olarak. Ağlamayı bilmek anlamayı bilmektir, çünkü. Modası geçmiş kadınları artık bulamadığımızda  ağlamalıyız mesela, ana şefkati değmemiş çocuklara baktığımızda, namaz molası bekleyen erkeklerin tümü öldüğünde ya da…

(Dikkat: Hüznümüze el sallıyoruz. Anlamsızlaşıyoruz, köksüzleşiyoruz, zalimleşiyoruz. El salladığımız mazimiz, veda ettiğimiz hüznümüzdür. Bu son veda, bu son hüzün. Hüznün suyunun suyu; ahir zaman hüznü.)

Devrim BAL(30.12.2011)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.