Kötülük (Şeytan)

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Varlık dairesinin ilk noktası dipsiz karanlıktır (la ta’yun). Mutlak soyut, latif ve nurani olan bu âlemde (Ukul âleminde) sadece varlığı ontolojik bir zorunluluk olan Vacibul Vücud yer almaktadır. Varlığı başka bir varlıkla değil, kendi kendisiyle kaim olan “Vacibul Vücud” (Allah), âlemler ve varlıklar yaratmayı irade edince, varlık dairesinin en üst noktası olan “Ukul Âlemi”nden aşağıya doğru yarıçap çizgisi gibi bir iniş (tenzil) başladı. Bu iniş, ilk “mümkinul vucut” âlem olan “Misal Âlemi”ne kadar devam etti. Bu âlemde tüm “mümkinul vücut” varlıkların kodlandığı, nakşedildiği, özlerine suretlerin biçildiği ancak yine soyut olan bir varoluş gerçekleşti. Bu varoluş, kendi kendisiyle var (kıyamun bi nefsih) olmayan, belki varlığı zorunlu olan ve kendi kendisiyle ayakta duran “Vacibul Vücud”un irade ve idaresiyle var olduğu için olası bir varoluştur, mümkinül vucuttur (ona var olma olanağı/imkanı verildiği için vardır, varlığı olasıdır, rastgeledir, olabilirdi de, olmayabilirdi de aslında, eğer olmasaydı herhangi bir sıkıntı olmazdı).  Ancak Herhangi bir cismani özelliğe sahip olmadığı halde Misal Âlemi, bütün varlıkların cevherlerinin bulunduğu asıl yaratılış mekânı,  hakiki suret ve mahiyetlerinin ıslak imzayla çizildiği âlemdir. Eflatun’un M.Ö. 400’lü yıllarda dile getirdiği mağara örneğinde olduğu gibi, aslında bizim bu cismani dünyada gördüklerimiz ve hissettiklerimiz, varlıkların asıl ve özlerinin sadece gölgeleridir, kendileri değil. Mağarada oturan adamın, mağaranın önünden geçen kimselerin mağara içine yansıyan gölgelerini görüp de bu gölgeleri asıl varlıkları zannetmesi gibi biz aslında bu dünyada sanrısal bir varoluşun içindeyiz.

Misal Âlemi’nden sonra varlık dairesinin inen yarıçapı en aşağı noktaya ulaştığında; gitî, heyûli yahut cismani dediğimiz bu dünya ve içindeki tüm cismani varlıklar görünmeye başladı. Zaten asılları Misal Âlemi’nde var olan ve özleriyle o alemde kodlanmış bulunan varlıklar, karanlığın (la ta’yun) dağılıp seherde eşyaların yavaş yavaş görünmeye başlamaları gibi ortaya çıkıp cisimlenmeye ve bedenlenmeye başladılar. Varoluşun en âli noktasından inerek en aşağı noktada inişini tamamlayan varlık dairesinin ilk tenzili yarıçapının bu son alçak durağında bizler, bedensel duvarlarla çevrelenmiş, madde ve maddenin özellikleriyle sınırlandırılmış, aşkın (müteal) ruhlarımız tensel tazyiklerce esir edilmiş ve arızî (bozulmaya, değişime, dönüşüme, fena ve yokluğa programlı) çerçevelere sıkıştırılmış zindanilerden başka varlıklar değiliz! Şu anda hepimiz birer arızî varlıklarız maalesef. Çünkü cevher olan varlıklar asla değişemez, dönüşemez, yok olamaz. Tıpkı saf altın gibi, cevherler özelliklerini her daim korur, bozulmaz, fena olmazlar. Saat saat değişen, yıl yıl yaşlanan, adım adım yokoluşa sürüklenen biz acılar ve hastalıkların mecmuaları bu bedensel varlığımızla nerden cevher olarak sebat içerisindeyiz? O halde mevcut varlığımız arızîdir ve sebatla tanınan cevherimiz (özümüz-mahiyetimiz) bu cismani varoluşun dışına taşan karakterdedir.

Varlık dairesinin ilk yarıçapının en âli noktadan en alçak noktaya tenzilinden sonra çembersel daire şeklinde ikinci yarıçap da bu kez ölümle  en alçak noktadan başlamak üzere yukarı doğru yükselir (suud). Cismani olmayan ikinci Misal Âlemi’ne kadar devam eder. Burada varlıkların mevcut cevherleri tüm maddi özelliklerinden arınıktır ve sadece soyut mahiyetleriyle (cismani olmayan özellikleriyle) vardırlar. En Yüksek nokta ile en alçak nokta arasında yer alan bu “Su’udî misali” varoluş bir araf ve berzahtır. İnerken “Alemi Misali-yi Tenzili”de varlıklar potansiyel halde, eşit ve müsavidir.  Ama çıkarken “Âlemi Misali-yi Su’udi”de varlıklar işlenmiş ve icraatlarına göre şekil almış durumda, farklı ve derecelidirler. Aralarında üstünlük ve alçaklık seviyeleri vardır artık. Maddi, gitî, cismani ve heyûli hiçbir özellik taşımamalarına rağmen varlıklar bu “Âlemi Misali Su’udi”de latif olarak tüm mahiyetsel özelliklerini taşırlar. Özleri ve kimlikleri olduğu halde maddeden arınık olarak vardırlar. Nurani ve şeffaf varlıklar olarak, taşıdıkları varlıksal kodlarıyla aynen cismani olarak tanındıkları gibi tanınır ve bilinirler. Berzah, Araf, Cennet ve Cehennemin bu “Âlemi Misali-yi Su’udi”de yer alması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü varlık dairesinin çembersel ikinci yükselen yarıçapı, seyrine devam eder ve ilk âli noktaya (la ta’yuna) ulaşır. Bu son nokta, bize değişim ve dönüşümün, ceza ve mükâfatın ardından sabit cevherler olarak baki kalmayı ve ilk çıkış kaynağına geri dönmeyi gerekli kılar. (We ileyhi turca’un).

Varoluş hakkında özetlemeye çalıştığım bu giriş, kötülüğün kaynağına dönük bir anlama çabasını geliştirmek içindi. Kötülük problemi eski zamanlardan beri tartışılmış bir konudur. Kötülüğün kaynağı insan mıdır, Tanrı mıdır? Kötülük neden vardır? Eğer har varlık Allah tarafından yaratılmışsa, mutlak hayır ve iyilik olan Allah neden kötülüğü yaratmış olsun? Varoluşun tamamı, acaba mutlak hayır ve iyilik izleğinde kurgulanamaz mıydı? gibi sorular insanları her devir meşgul etmiştir. Bu konuyu tartışmaya açarak üzerinde yeniden düşünmenin teori ve pratikte bize yarar sağlayacağını ve bizi daha donanımlı hale getireceğini umut ediyorum:

Yukarıda kısaca ifade ettiğimiz dipsiz karanlıktan varoluşa geçiş sürecinde her varlığın ilahi iradeyle meydana geldiğini dile getirmiştik. Yani iyilik ve kötülük Allah’tan bağımsız düşünülemez. Kaynağı ve kökeni kesinlikle O’na döner. Ancak kötülüğün varlığı potansiyeldir (bilkuvve), işlenmiş (bilfiil) değildir. “Âlemi Misali-yi Nüzuli”de tüm varlıklar bilkuvveydi, sadece potansiyel bir güçtü. Cisimlendikten sonra bilfiil oldular, potansiyellerine işlerlik kazandırdılar. Allah iyilik ile kötülüğü insanın misali suretine kodlamış ve doğan her insan bağrında bu iki gücü taşıyarak dünyaya gelmektedir. İnsan bütün kötülük potansiyelini iyilik potansiyeliyle beraber doğumdan ölüme kadar derununda taşımaktadır. Tıpkı toprağın derinliklerinde var olan maden yatakları gibi bu potansiyel güçler dış âleme çıkarılıp işletilince ve eyleme dönüştürülünce var olmaktadırlar ve tam tersi dışarı çıkarılmayıp medfun bırakıldıkları müddetçe görünmezler ve yokturlar aslında. Burada kaynak Tanrı ise de, iyilik ve kötülüğe somutluk kazandırarak onları vücuda getiren insandır. Bu bakımdan kötülüğün yaratıcısı ve şeytani bilfiil bizzat insandır. Kendi iradesini kullanarak iyilik ve kötülük potansiyelini ya işletir ya mahzeninde saklı bırakır. İnsanın bütün kerameti ve üstünlüğü işte burada saklıdır: Özgür iradesiyle doğruyu veya yanlışı seçmek suretiyle bu iki cenazeye hayat pompalamak.

Kötülük ile ilgili tüm semavi motifler semboliktir. Asumani anlatılar oldukça latif ifadelerden müteşekkil olsalardı, çoğu insan tarafından anlaşılmaz saçmalıklara dönerlerdi. Çünkü dünyalı insan dünyadaki cisimlenmiş varlıklara göre bir anlam geliştirir. Doğan bebeğin önce görsel uyarıcıya sonra işitsel uyarıcıya cevap vermesi, nesne kaybolunca bittiğini, yok olduğunu düşünmesi, anne kapıdan çıkınca annenin ölüp gittiğini zannetmesi gibi insanlar ilk düşünce evresinde somut ve maddi varlıklarla sınırlı bir kavramaya programlıdırlar. Derken aynı insanlar bir sonraki evrede somut düşünüşten yavaş yavaş soyut düşünüşe geçer, zihin ve hayal gücünü işe koşturur, beş duyunun ötesine taşınır, olmayanı yaratır, uzaktakini yakınına alır, ona suret biçer ve tüm mesafeleri tek bir adım atmadan bulunduğu yerde kat eder. Ancak soyut düşünüş için de her zaman geçerli olan bir ilke vardır, somut olandan hareketle soyuta geçiş. Bu bağlamda somut-sembolik betimlemeler ilk somut tipolojisi olmayan varlıklar için her daim kaçınılmaz bir anlatı türü olmuştur.

Zerdüştlükteki Ehrimen, Budizimdeki Mara, Yahudilik-İsevilikteki İblis ve İslam’daki Şeytan soyut ve bilkuvve bir potansiyel olan kötülüğün somut fenomeninden başka bir şey değildir. Bu anlatıları sırf zahiri anlamlarıyla almak, Adl-i İlahi-imtihan-özgür seçim üçgenini hesaba katmadan kötülüğe Allah tarafından işletilmiş bilfiil bir fenomen olarak bakmak, asumani metinlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmektir. Çünkü din ne salt zahiridir ne de insanın özgür iradesini devre dışı bırakan ve programlı tuzakları inananların ayaklarının dibine kurgulayan bir fantezidir. Eğer din cismani ve bilkuvve varlıklarla (cin, şeytan) insanı kuşatmış olduğu halde onu mayınlı araziye gözü kapalı (çünkü insan bu varlıkları göremiyor) sürüyorsa adl-i ilahiyi sorgulamak gerekecektir.

İnsanı tüm varlıklardan hatta “Âlemi Misal”de tamamen nurani varlıklar olan meleklerden bile üstün kılan şey, iyilikle kötülük arasında kendi iradesiyle yaptığı özgür seçiminde saklıdır. Varoluş nedeni iradeyi (isteği-tasarıyı) meşiyete (eyleme, amele, kalıba) çevirmektir. Kötülüğün potansiyel olarak var edilmesi, insana ilahi vaad (mükafat sözü) ve ilahi vaid (ceza tehdidi)’i anımsatmaktadır. Allah iyilikte baskındır, kötülükte ise nötr. Yani hayır ve iyilik için Allah hem irade eder hem de meşiyete sahip olur. Mükâfat sözünü sadakatle icra eder ama tehditlerini irade ettiği halde, meşiyetten (uygulamadan) vaz geçebilir ve bu O’na âlicenaplık, izzet olur. Kötülüğün bilkuvveden (pasif bir potansiyel) bilfiile (aktif faaliyete) geçişini teşvik etmezken hatta sakındırıp caydırırken, iyiliğin bilkuvveden bilfiile geçmesini sağlamak için nebiler ve kitaplar gönderir. Bu durumda Allah’a kötülüğü bilfiil olarak isnat etmek uygun düşmez. Aynı şekilde soyutun ve bilkuvvenin anlaşılması için yapılan göksel somut betimlemeleri salt somut cisimler olarak anlamak ve Şeytanı somut bir tuzak kurucu olarak bellemek de uygun düşmez. Şeytan böylece bütün negatif potansiyelin mecmuası ve tüm kötülüklerin kendisinde kodlandığı soyut/misali bir varlık olarak nükseder. Şeytan her insanın derununda saklı bulunan kötülük potansiyeli olmakla anlam kazanır ve insan bu potansiyeli işletmek suretiyle kötülüğü icat etmekte ve şeytana suret giydirmektedir. Hâlbuki insanın yaradılış gayesi bu iki potansiyelden iyiliği bilfiile çevirmek, ilahi sıfatları kendi üzerinde egemen kılmak ve Allah’ın sıfatlarıyla sıfatlanmaktır. İnsani yücelik ve erdem, kötücül kodları aktifleyip şeytanlaşabildiği halde imsak ve arınmayla bunları pasif oldukları halde nötr bırakmak ve mutlak iyiliğin kaynağı olan Allah’ı taklid ederek ilahileşmektir.

Mehmet Mekin MEÇİN (11/11/2012)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.