Ateş

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Her taraf zifiri karanlık… Koyu karanlık perde perde varlıkları örttüğünden her şey suskun ve cansız… İnsanlık ne önünü görebiliyor, ne kıblelerine yönelebiliyor. Renklere de amadırlar. Yeryüzündeki bütün cazibeler karanlıklara gömülmüş, görünmez ve yekdiğerinden seçilemez durumda: Ne yemyeşil ovalar ne görkemli dağlar ne masmavi sular ne tebessüm eden varlıklar ne de envai çeşit nimetler doyasıya temaşa edilebiliyor.

Ruhlar üşüyor… Kışın zemheri soğuğunu iliklerine kadar hissediyor ve donmak üzereler. Kaskatı kesilmiş şu olanca genişlikteki ruyi zeminde kendilerini karanlık ve daracık bir hücrede ölüme terk edilmiş idamlıklar gibi hissetmedeler.

İnsanlar yalnız… İnsanlar kimsesiz… Çehrelerin gerisindeki tebessümler yahut çatık kaşları seçemediklerinden ünsiyet kuramıyorlar. Dost ve düşman karanlık ve soğuk bir mekânda karışmış, gizlenmiş durumda… Bu yüzden güvenmiyorlar. Sırtlarını yaslayacakları, başlarını dizlerine koyacakları ve bağırlarına basacakları kimseleri yok şimdilerde. Ah, herkes ne kadar sersefil bir durumda bir bilsen!

Sakın dokunma kimseye! Isınamazsın. Çünkü herkes ısı ve hararetini yitirmiş bir ruh ve ten taşımada. Günlerce morgda gassalı bekleyen, hayatla bağı çoktan kopmuş katıksız ve kımıltısız bir cenazedir işte! Ruhundaki aşk ateşini ve tenindeki harareti kaybedeli tüm tensel elastiği uçmuş hareketten düşmüş kımıltısız bir odun kütüğü yahut dikildiği ve çakıldığı mekânda yıllarca tek bir adım ileri gitmeyen taştan yahut tunçtan bir ucube heykeldir işte!

Arıyorlar. Donmuş yeryüzünden üşüyen bir ruhla etrafı kolaçan ediyorlar. O’nu arıyorlar. Isınacakları, canlanacakları, aydınlanacakları ve kıblelerini görecekleri bir ışık, bir nurun peşindeler. Tenlerine değdiği gibi dirilecekleri, dünyalarına yansıyınca gözlerine ışık gireceği ve ölüyken dirilecek binlerce varlığın farkına varacakları bir kor, bir ateş, bir nur…

İnsanlar en ağır şartlarda bile yaşamayı bilir. Ve en trajik şartlarda cennetlerini yaratmayı da bilir. Nitekim gece tükenmek üzere, seher yaklaşıyor ve karanlık dağılıyor işte! Etraf aydınlanıyor; uzakta, tepelerin ardından yükselen ışınlar aradıklarıydı, O’ydu. Derken O göründü: Tebessüm ederek gelen, yanıp dönüp yükselen, yanardöner bir ışık, sıcaklık ve ateş! Aşk ateşi; tüm sevinçlerde, hüzünlerde, heyecanlarda ve aşklarda içrek olarak hissedilen, cuşu huruşa getiren tanrısal fenomen: Güneş… Önce aydınlatır, derken ısıtır ve göğe tırmanır, O’na doğru. Artık tabiatın bütün albenisini temaşa edebiliyor, yollarını görebiliyor, renkleri seçebiliyor ve her sıcak ruhtan çıkan tebessümleri sezebiliyorlar.

Gökteki bu nur topu, ısı kaynağına ancak mahcup gözlerle bakıyorlar. Çünkü o kadar güzel, o kadar sıcak, o kadar parlak ki bakan gözler derhal kamaşıyor. İnsanlara hayat bağışlayan bu cömert ve tükenmez kaynak yüksekteydi, gökteydi, ulaşılmaz ve kutsaldı. Herhangi bir karşılık beklemeden bütün varlığını nasıl da cömertçe dağıtıp yayıyordu! Bu olsa olsa tanrısal bir varlık ve tapılası bir tanrısal tezahürdü!

Ancak kayboldu mu karanlıklar her yeri basar, kara kâbuslar sabahlara kadar insanları esir alırdı. İnsanlar düşündüler: Eğer varsa gökte böylesi bir ışık, mutlaka yerde de bir benzeri vardı. İnsanlar yerde aradılar, çabaladılar, denediler ve en sonunda güneşe benzer bir ışık ve ısı kaynağını yerde de keşfettiler: Ateş! Artık gece de herkese gündüz gibi olacak, aydınlık ve sıcak… Gece ve karanlılar insanı kilitlemez, her gece ölüme yatmaz ve sabahın aydınlık kaynağı beklemeye koyulmazdı. Her gecenin başlamasıyla tedirgin ve üşüyen ruhlar sabaha kadar ölüp ölüp dirilmezlerdi. Böylece ateşin icadı insanoğlunun ilk ölümsüzlük arayışı kabul edildi.

Ancak ateş bir kere bulunduysa artık kaybedilmemeliydi. Sönerse eğer, onu yeniden tutuşturacak bir kibrit, çakmak, benzin ve çakmak taşı bulunamazdı. Bu yüzden içinde ateşin her daim yanıp tutuştuğu ve asla sönmediği bazı kutsal mekânlar yapmalıydı. Ateşin ve nurun mabedi: Ateşgedeler! İçinde her zaman ateşin yakılı olduğu, insanların asla ışık ve ısıdan mahrum kalmadığı, kutsal yaşamın kutsal korunakları: Ateşgedeler!

Bitkinin yeşermesi, meyve ve sebzenin olgunlaşması, hayvanın yetişmesi ve üremesi ve insanın içindeki tanrısal motorgücün aşk ateşiyle her diam tetiklenip dinamik ve canlı kalabilmesi ancak ateşle sağlanırdı. Bu yüzden yaşam için ateş merkezi bir unsur hatta hayatın kendisiydi. Tıpkı toprak ve hava, özellikle su gibi… Bunların olmadıkları bir yerde hayattan bahsetmek hiç mümkün müydü? Ama hayat her daim ışık ve ısıyla ölçülürdü: Vücut ısısını kaybettiğinde insan ölür, güneş doğmadığında tabiat donar, yok olur…

İnsanlar yalnızdır… Arar, araştırırlar… Gizlerle örtük bir tabiatta bütün noksanlıklardan münezzeh bir Subhan’ın varlığını afak ve enfusta derinden sezerler ama oldukça yakın olan bu gizli Tanrı’nın nerde, nasıl ve kim olduğuna asla bilemezler. Tanrı vardır kuşkusuz. Bunca dakik bir düzen içerisinde an be an yaşayan bir insanın Tanrı’yı inkâr etmesi aptallıktır, insan mantığına en büyük hakarettir. Ama bin bir perdeyle gizlenmiş ve hiçbir zaman görülmemiş Tanrı için insanlar semboller ve imgeler yaratırlar. Çünkü insan sembol türeten bir varlıktır her daim. Tıpkı rakamlar, harfler ve bin bir çeşit simge ve işaret türettiği gibi. Hayatın sembollerle yürüdüğünü söylemek abartı değildir. Nitekim şu an bile yazdığım harflerle kendimi ve zihin yapımı sembollere dökerek ortaya koyuyorum; sembollerle varız. Semboller türetmesek Tanrı’yı inkâr etmiş oluruz. Çünkü sembollerin devre dışı kalması durumunda Tanrı adına ortada görünecek herhangi bir fenomen kalmaz ve tamamen soyut, bilinmez ve bir adım ilerde yok olan bir Tanrı’ya iman etmiş oluruz.

Semboller somut düşünme çağında tıkalı kalan ekseriya insan için zorunlu araçlardır. Din semboller, ayinler, ibadetler ve sakramentler üzerinden var olur. Somut düşünme çağında mahpus kalmış bireyler için bu yüzden dinin formal tarafı alabildiğine önem arz eder. Ancak soyut düşünme çağı olan rüşt devresine ulaşmış müminler için dinin formal tarafından ziyade ruhu ve özü önem kazanmaya başlar.

Mantık, insanlara bilinenlerden bilinmeyenlere ulaşmayı emreder. Eğer Allah var ise ve şimdiye kadar tek bir insan tarafından görülmemişse, O’na ancak bilinen fenomenler üzerinden ulaşılır. O halde bilinen bir fenomen olan ateş, Allah’a ulaşmada önemli bir sembol olabilir. Çünkü din ve düşüncelerin çoğunda ateş ilahi bir tezahür olarak görülmüştür. Eski Mısır medeniyetinde güneşe atfedilen tanrısallık, Eski İran’da ateşe yüklenen ilahi sembol ve kıblegah, Grek medeniyetinde güneş ve ay ile ilişkilendirilen Mitraizm ve Sami dinlerinde Allah’ın nur ve ateşle betimlenmesi çarpıcıdır: “O yerin ve göğün nurudur.”[1] “Hani Musa, ailesine şöyle demişti: «Gerçekten ben bir ateş gördüm, (gidip) size oradan bir haber getireceğim yahut bir kor ateş getireyim, umarım ki ısınırsınız.»[2]

Ateş ilahi bir sembol olarak temizler, arındırır, saflaştırır: Saf altın elde etmek için ateş kullanılır, demir ateşte yumuşatılır ve medeniyetler kurulur, paslı madenler ateşe tutulur ve temizlenir, her türlü kirli eşya ateşe atılır, yakılarak temiz küle dönüştürülür. Öbür dünyada da ateş temizler, iyi ile kötüyü ayırır ve günahları yutar. Günahlarından arınan insan temiz bir mekâna girmeye hazırlanır.

Ateş yerden yukarı doğru yanar. Her zaman yükselişe doğru yol alır ve kıblesi göktür. İnsani tekâmülün daima yükselişe doğru hareket halinde olduğunu da betimler. İnsanları statik bir hayatın pençesinden semaya ve afaka yükselten içrek ateştir. İnsanların derununda saklı olan ateş korları alev aldı mı insan tekâmül yolunda büyüleyici mesafeler kat eder. İnsanlar bütün sevinçlerini, hüzünlerini, heyecanlarını ve yarınlara dair umutlarını içlerinde yakılı olan ateşe borçludur. İnsanları harekete ve tekâmüle sevk eden deruni ateştir. Şairler içlerinde alevlenen aşk ateşiyle yazar, arifler aynı ateşle tensel zarfa hükmeder, mucitler yine aynı azim ateşiyle icatlar yapar ve kahramanlar aynı ateşle çarpışırlar. Bu, Molla Sadra’nın, birçok arif ve filozofun bahsettiği hareketi cevheri ateşidir ki habbeden kubbeye kadar tüm varlıklarda mevcut olup onları harekete ve faaliyete yönlendiren motor güçtür. İçinde geleceğe dair hedef ve umutlarla yansıma bulan bu ateşi hissetmeyen kimse tensel ısı ve hararetini yitirmiş bican bir meyyit gibi ruhsuzdur.

Mehmet Mekin MEÇİN (16/09/2012)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.