Kopuş ve İnleyiş

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Hayat acıydı; ruhlar âleminden ayrılıp bu kirli dünyaya gelirken ilk yaptığı ağlamak olmuş, etrafını da hıçkırıklarla selamlamıştı. Çünkü o kutsal bir âlemden, melekûtî bir diyardan, Tanrı’ya yakın bir makamdan yeryüzüne, acının ve ıstırabın kucağına düşmüştü. Tıpkı babası Âdem gibi… Sanki çekeceği çileleri öngören bilge biriydi ve başına geleceklere peşinen isyan ediyordu. Çevresini yoklarken yarı karanlıkta hareket eden bazı siluetlerden başka henüz bir şey görmüyordu. Derken yıkandı, sarındı, koklandı ve her daim boğazında kılçık gibi duracak olan kesik hıçkırıklarla yatırıldı. 

Hayat meşakkatti; kolları, bacakları ve tüm bir bedeni kundak denen bir parça bezle sımsıkı bağlanmış, hareket edemez durumda sırt üstü hapsedilmişti. Hayat denen hapishanenin gardiyanlarınca soğuktan ve mikroptan korunmak üzere kelepçelenmiş, kıpırdanamaz duruma getirilmişti. Karnı acıkır, kulağı kaşınır, altı ıslanır, terutaze teni sineklerce ısırılırdı ama aylar süren tek tepkisi sadece ağlamak olurdu. Asli vatanı olan gökten yabancı bir adaya düştüğünden ne görecek gözü, ne işitecek kulağı ne de konuşacak dili vardı. Her isteğini, her şikâyetini yakararak, feryat ederek, inleyerek ve çığlık atarak dile getirirdi. Ağlamak onun alternatifi olmayan tek iletişim diliydi. Tıpkı bağlı olduğu ağaçtan kesildikten sonra durmadan feryat eden ve aslına duyduğu özlemden dolayı inleyen “ney” gibi… 

Hayat çileydi; yerde aylarca kaldı, ilkin kendini çevirdi, sonra emekledi, kalkmayı denedi, düştü, kalktı, incindi ve sayısız denemenin ardından nihayet doğruldu. Artık iki ayağı üzerinde durabiliyordu ama yerde aylarca çığlık atarak sürünmek, tüm canlılar içerisinde sadece onun kaderiydi. Yarın doğrulursa eğer, kibirlenip böbürlenmemeliydi çünkü. Bu yüzden her adım attığında düştü, bir tarafını incitti, kanattı ve düşe kalka süren uzun bir mücadelenin sonunda nihayet ağır aksak yürüyebildi. 

Hayat oyundu; artık yerde bir başına yürüyen bir çocuktu. Atası Âdem gibi içinde rahat, huzurlu ve tertemiz yaşadığı endişeden safi cenneti, sadece bu masum çocukluğuydu. Rahimden kundağa, beşikten odaya, evden bahçeye ve köyden tabiata adım adım çıkarken, herkes masum, her şey temiz ve her etkinlik ona göre bir oyun ve eğlenceydi. Acı, ıstırap, endişe ve imtihanların bulunmadığı bu cennetvarî dönemde her şey onundu, aktı, paktı. Dünya şirin ve temiz bir köy, hayat dağ gibi görkemli, tabiat şefkatli ve büyülü bir anneydi sadece. 

Hayat imtihandı; çocukluk döneminin oyun ve eğlenceleri bitmiş, renkler belirginleşmiş, her şeyin bembeyaz olmadığı anlaşılmış ve yaşamın erginlenme sınavları koca kaya kütleleri gibi bir bir üzerine yuvarlanmaya başlamıştı. Gençlik döneminin sorumlulukları, tensel tazyikleri ve psişik baskıları dört bir tarafında pusu kurmuş, nöbet beklemedeler artık. İçindeki kıvırcık saçlı siyahî şeytanın kalbe ve zihne savurduğu ahenî yumrukların yanı sıra dış dünyanın albenileri onu kuşatmış bulunmadalar. Ancak kendisi masumiyetini korumaya kararlıydı, kutsallığını yitirmeye hiç niyetli değildi. Ne olursa olsun tertemiz kalmalıydı; alın teriyle kazanmaktan, dürüst yaşamaktan, iffetini korumaktan asla vazgeçmemeliydi. Çünkü annesi onu salâvatlarla doğurmuş, kulağına ilk gelen ses vahiy olmuş, mabedin oğlu gibi büyümüştü. Ne ki imtihanı çetin geçecek gibiydi. 

Delikanlılık ve gençlik döneminde selvi boyu, güneş çehresi ve lale endamıyla öyle bir güzelliğe kavuşmuştu ki eğer mahir bir heykeltıraş büyülü çekiciyle zarif bir heykel yapsaydı yahut usta bir ressam mucizevî fırçasıyla tanrısal bir portre çizseydi, temiz ve asil simasından mutlaka ilham alacak bir asalet ve zarafetteydi. Eril bir peri en hışırtılı ve albenili pelerinini giydiğinde insana görünseydi, asumanın zirvesindeki zarif endamlı tanrısal bir melek pencereye konsaydı, müessir bir romanın insani erdemle donanımlı başkahramanı çarşı ve pazarda tecessüm etseydi, nazenin endamlı zarafet abidesi bir kadının aşk sakisi olabilecek sadakatte bir delikanlı hayallere inseydi ve dilberlerin sıra sıra dizilip gönlünü fethetmeye çalıştıkları bir maşukun gözündeki fer ve asalet kalemin tarifi kapasitesine sığabilseydi, şaşmazdı zinhar, o olur, onu anımsar, onu yazardı. 

Delikanlı serpilip güçlenince omzunda hayatın ağırlığını hissetti. Sorumluluktan muaf olduğu çocukluk cennetinden artık meşakkatlerle dolu çorak bir arazide iş ve aş için ter dökme ve zahmet çekme zamanı gelip çatmıştı. Geçimini sağlamak için çalılardan zembil yapmaya, onları şehre getirip semt semt gezdirerek satmaya başladı. Yaz kış demeden sürdürdüğü bu işinde gezmediği mahalle, girmediği cadde ve arşınlamadığı sokak kalmamıştı. İşte bu gezintileri esnasında uzun bir süreden beri kalın duvarlarla çevrili kalenin içindeki bir köşkten, altın bir kafes andıran som demirli pencere kenarından onu gözleyen iki fettan çerağ vardı. Bu gözler demir parmaklar gerisinde yıllardır yatan bir mahkûmun nemli gözleri gibi kaybolana dek ona kilitlenirdi. Günlerden bir gün kaleyle çevrili bu köşkün yanından geçerken yukarılardan bir pencere açıldı, kulağına “Delikanlı!” diye çağıran nazik ve kadifemsi bir ses geldi. Başını kaldırdığında köşkün üst katından kendisini çağıran büyüleyici bir kadın gördü. 

Sanki gökte duran pamuktan bir bulut içerisinde güneş kadar ışıltılı bir tanrıçaydı. Kadın şiirsel bir dille zembil almak için kendisini nazikçe yukarıya çağırıyordu. Ancak sesinde, akan suların hışırtısı gibi ruhu okşayan nefasetin yanı sıra görkemli bir şelalenin heybetine benzer abidevî bir üslup vardı. Tanrısal dudaklarından dökülen her bir sözcük günlerdir sahralarda su arayan perişan birinin tenine ve ruhuna anında işleyen bir şerbet, gözlerindeki ışıltı iman babası bir peygamberin dahi yüreğini delip geçen bir şimşek, çehresi Aden cennetlerinin altından ırmaklar akan bahçesi yahut yazın kavurucu sıcaklığında yükseklerden şarıl şarıl akan ve yorgun bedenleri serinleten bir şelale gibiydi. 

İşte o kadın Delikanlıyı köşke davet ediyordu. Delikanlı saatler süren bir ameliyat için bıçak altına yatan narkozlu bir hasta gibi hala kendine gelememişti. Şaşkındı, uzun bir bekleyişten sonra gayri ihtiyari titrek ve kararsız adımlarla köşke yöneldi. Üzerindeki derin şaşkınlık ve baygınlık geçmeden köşke daldı. Merdivenlerden yukarı çıktıkça ağır bir emanetin altında ezilerek nefes alıp verdiğini fark etti. Bu emanet ezelde sözünü verdiği iffetti ve şu an bu emanetin çığlıklar attığını hissediyordu. En üst kata çıkınca görkemli bir odadan yankılanan ve her beşer cinsini şiddetle etkileyen okşayıcı bir sesle içeri çağırıldığını işitti. Zembilleriyle o odanın eşiğine gelince, o ana kadar görmediği ve işitmediği insanüstü güzellikte bir kadının beyazlar içerisinde altınımsı bir koltuğa oturduğunu gördü. Kadın el işaretiyle “gel içeri” deyince, böyle bir varlığın zembil almak üzere kendisini davet etmediğini anladı. 

Kadının ihtişamı, büyüsü, letafeti ve görkemi nice asilzadelere, kahramanlara, padişahlara hatta ömrü hayatlarını mabetlerde geçiren mihrap sofularına bile diz çöktürecek cinsteydi. Kadının düz bir arazide aram aram akan bir ırmak gibi kıvrılan zarif endamı, tüm dünya mutluluğunun rahatlıkla okunduğu okyanus gözleri, yay gibi bedeni ve ruhu saran kıvrak ve yılankavi hilal kaşları, göksel bir ihtişam ve heybet uyandıran tanrısal dudakları, eşrefi ellere ait nazenin parmakları, renkli bir kelebek gibi yahut naif bir yusufçuk gibi bir zambağın ucuna usulca konan şanlı ve ışıltılı bakışları gözde ve kalpte şimşekler çaktırırdı. 

Bebekliğinden beri vahyin ve zikrin hiçbir gün eksilmediği tertemiz bir ortamda yetişmemiş olsaydı, Allah’ı görür gibi ona aşkla tapınmasaydı, her daim onun tarafından gözetildiğini ve korunduğunu hissetmeseydi, kaçınılmaz kendisi de o cazibe deryasında gark olurdu. Delikanlı odaya girdikten sonra kadın gecikmeden yerinden doğruldu, odanın kapısını arkadan kilitledi ve günlerdir pencere kenarından geçişini izleyip yutkunduğu bu delikanlıya yöneldi. Artık güneş ve ay köşkte, aynı odada yapayalnız kalmışlardı. Kadın kapıyı kilitlemekle kimsece görülmediklerini, bilinmediklerini zannediyordu. 

Lakin Delikanlının inandığı Tanrı göksel gözleriyle bir sarayın görkemli kapılarının ardında olanları da, bir kulübenin kerpiç duvarları arasındakileri de perdesiz görürdü. Ne yerin derinliklerinde, ne bir mağaranın kuytularında, ne bir kayanın içinde ne de gökte kuru yaş hiçbir şey ondan gizlenirdi. Göz kapaklarını saniye saniye açıp kaparken bir fotoğraf makinesi gibi olanları tüm çıplaklığıyla kaydederdi. Bu yüzden o, kölece bir ruhun darmadağın harabelerinde, karınca yuvası ağızların şehvet salyalı kıyılarında, kafataslarındaki fettan çırağların şom bakışlarında, cin haritalı beyinlerin sinsi vesveselerinde, doymak bilmez emellerin namütenahi hırslarında, enfüsi emirlerin esaretinde değildi.

 Kadın sahip olduğu zerafeti afişe eden tavırlar sergileyince delikanlının gözleri yakına değil daha uzaklara, daha derinlere kilitliydi. Tanrı tarafından ona hediye edilen şu terütaze dünyasını saran bu yalız sessizlik, açık vaziyette duran ejderha ağzı gibi bu kara kovuk, ölüm vadisinden gelen bu sirenî sayhâ, dut yapraklarını harıl harıl yiyen haşerelerin dimağı kemiren bu saldırıları, insanüstü bir figanın gönül bahçesini dolduran inleyişleri, siyah bir ruh gibi peşinden gelen bu meşum-lanetli gölge ile neden imtihan edildiğine bir türlü anlam veremiyordu. Kadın ilanı aşk yapan şiirler okuyarak delikanlıyı habire etkilemeye çalışıyordu. Fakat delikanlı bilincini zinde tutmayı başarıyordu. Onun yerinde ahitli olmayan sıradan biri olsaydı kadının her bir saç teli, teni rahatlıkla delen akrep iğnesi gibi kalbini deler geçerdi. 

Ancak Delikanlı; en asude duyguları, en pak dimağları, en bakir hayatları hışırtılı pelerinleriyle, paslı hançer gibi kalbe işleyen sahte albenileriyle, Hannas’ın mücessem yarenleri dişil putlardan birinin karşısında bulunduğunun fark ediyordu. İşte tam da burada oruç tutması gerektiğine inanıyordu. Kaç kişi tutardı kendini, kaç kişi masumiyet nişaneleri gözlerindeki camsıl ıslaklığı sahte güneşlerden akseden ışıltıların bıraktıkları çapaksıl kızarıklıktan korurdu? Hakikatte âmâ olmadığı halde âmâca yaşar ve tüm cazibelere sırt çevirirdi? İşte bunun için nebevî bir ilham, İbrahimî bir iman, kusursuz bir sadakat ve ateşi hiç sönmeyen bilgiden öte bir aşk lazımdı. 

Kadının kendisine doğru gelmesiyle Delikanlı titredi, kızardı, sarsıldı. Bir sara hastası gibi yahut çıplak bedenle karlı havada beklemeye terk edilen zavallı bir biçare gibi tir tir titredi. Ne yapsındı? Kapı kilitli, duvarlar taştan ve kale sapasağlamdı. Bu imtihandan nasıl kurtulsundu? Delikanlı artık iradesini hakiki maşukuna havale etmişti ve çok geçemeden o iradeyle hızla balkona doğru kaçtı, kapısını açtı ve balkon koruluklarına dayandı. Kendisini oradan aşağı atacak olursa hayatta kalmayacağını gördü. Devasa bir köşk ve aşağısı derin bir uçurum! Bir an tereddüt etti, hayat her şeye rağmen tatlıydı ve ölüm her zaman acıydı. Ama Delikanlı’ya göre daha acı olan başka bir şey vardı: Günah işlemek, iffetini yitirmek ve kutsallığını kaybetmek… Kadın da peşinden koştu, arkadan gömleğini kavradı ama Delikanlı kadının kolları arasından derin uçuruma yuvarlandı. Düştüğü yerde çok geçmeden kıvranışları son buldu, çektiği acılar bitti ve çehresine derin bir mutluluk dalgası yayıldı. Ana vatanından ayrıldıktan beri sonu gelmeyen sürgün diyarının bütün inleyişleri böylece son buldu. Cenazesi yerde, ruhuysa gökteydi artık ama onun düştüğü yer insanlık için ibretle tavaf edilecek bir ziyaretgâh oldu. 

Ve hayat selamlama, hatır isteme ve uğurlama yeri, ezanla namaz arası kısa bir süreydi; doğarken kulağa okunan ezan ve ölürken kılınan namaz… Bu hayatta insan sadece bir kul, bir köleydi; kundakla kefen arası süren bir kölelik… Ölümse kaçınılmaz bir son, hiçbir çaresi olmayan mukadder bir intihaydı. Önemli olan doğarken sahip olunan kutsallığı ve iffeti koruyarak onurla yaşamak ve izzetle ölmekti, gözler geride kalmadan, tebessümle hakiki maşuka yürümekti. İlkeli ve onurlu yaşamanın kalmadığı bir anda ise onurluca ölmeyi bilmekti… 

Mehmet Mekin MEÇİN (23/04/2012)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.