Son Taş

Yazar: on 26 Mayıs 2020

“Yaşam her şeye rağmen ölüme karşı sesli bir haykırış, aşikâr bir tehdittir. Anlamlı ve verimli geçirilen her bir gün, hayat mancınığından ölümün üzerine fırlatılan devasa bir taş ve gerçekleştirilen her bir erdem ölümün kalbine sıkılan bir kurşun ve yaratılan her bir eser ölümün cenazesi üzerinde dikilen ve yükselen devrilmez bir çınardır.” 

Tüm seslerin kesildiği, tüm renklerin karardığı, tüm duyguların sıfırlandığı ve gidiş gelişlerin tamamen bittiği o an, ölüm… Hakiki tecrit, süresiz yalnızlık… Ölüm… Tüm duyu organlarının devre dışı kaldığı, müşfik seslerin, tatlı nağmelerin, renkli dünyaların, nezih kokuların ve leziz tatların tamamen tükendiği, yok olduğu o an… Ölüm… Hiç devası olmayan naçar somut fenomen… Ölüm… Telaffuzu bile boğazda tıkalı kalan, cümleyi yarım bırakan, tamamlanmamış hayatları kesik ifadelere havale eden som acı, yassı ve sivri sızı… Ölüm… Bütün göçmen kuşlar hedeflerine uçarlar ve bunu nöbetleşe yaparlar. Yasa bu: Her yapı yıkılır, her yeni eskir, her birlik dağılır ve her doğan ölür çünkü… Hayat sadece ezanla namaz arasıdır: Doğarken kulağa okunan ezan ve ölürken kılınan namaz. Bu yüzden ölüm tam tamına bir göç ve umursamazlıktır; habersiz, sessiz ve izinsiz bir göç… Dönüşü olmayan, tekrarı imkânsız bir hicret… Bu arada yaşadıklarımız da aslında öldürdüklerimizdir. Çünkü her yaşanılan hakikatte katledilendir: Zamandan, uzamdan ve hayattan. İşte bu yüzden yaşanacaklar ertelenmemelidir. Çünkü zamanı değerlendirmeyi emreden cellât, keskin kılıcını çekmiş başımızda beklemede…. Yaşam ve yaşanacaklar geciktirilse de ölüm asla tecil edilemez. Sıcak nefesleriyle ensemizde horuldayan Azrail pusudayken yaşanacaklar geciktirilmemeli asla! Hergün doymaksızın sessizce aramızdan birilerini yutarak alan ölümün korkunç ağız boşluğu açık vaziyette durmaktayken ve bizi de mutlaka bir gün yutacağı aşikârken yaşamı hafife alma lüksümüz maalesef yoktur. İşte burada ölüm, yaşama çeki düzen vermeyi emreden bir fermandır. Her küskünlük ve sırt çeviriş bir ölümdür mesela. Ölüm irtibatın kesilmesiyse eğer, diyalog ve gidiş geliş kapısının kapandığı an hem kişi için hem de muhatapları için bir son, bir bitiş ve sekerat başlamıştır artık. Dünyamızdan çıkan her varlık bizim için yoktur, bitmiştir artık. Haber almadığımız, sevinç ve gamlarını paylaşmadığımız dost ve akrabalarımız aslında yoktur, ölmüşlerdir bizim için, yaşasalar da… Nefsin yedi mertebesini büyük bir takva ve ihlâsla kat etmiş münzevi bir kimsenin yaşadığını kim söyleyebilir? Ara koridorlarda hayat sürenler, yol ayırımında bulunanlar, kavşaklarda kararsız bekleyenler, arafta debelenenler ve tavan arası saklı zahireleri tüketmeye bakanlar ya kapıları kapalı olduğu için ya da üzerlerine kapılar kilitlendiği için esasen ölüdürler. Geriye kalan dirilerinse, ya kapıları açık içleri boş yahut içleri dolu kapıları kapalı… Ölüm özgürlük, yaşamsa bağlılıktır. Doğumla başlayan ve ölüme kadar yakadan düşmeyen bağlılık, esaret… Kundağa sımsıkı sarıldığımız ilk günden bican bedenlerimizin kefenle bağlanmasına kadar devam eden bağlılık, alışkanlık ve kölelik… İkisi arasında duransa sefaletimiz, açlığımız, acımız, incinmişliğimiz, kırgınlığımız ve sonu gelmez meşgalelerimiz ve bir hobi ve fobi yekûnu cihaza bağımlı yaşamak zorunda kalan esir ruhumuz… Ölüm dönüşü imkânsız bir sefer ve insansa bu sefere çıkmak zorunda olan hazırlıksız, tedariksiz bir seferî… Hâlbuki her yolculuk için bir hazırlık gerek. Her akşam ocağına dönen bir çobanın dahi kuru ekmek ve soğandan oluşan bir hazırlığı gerekliyse, ilelebet bir yolculuğa hazırlığı olmaz mı hiç insanın ? Ayrılırken gözün arkada kalmaması gerekir hâlbuki. Geride kalanlara erzak, geçimlik ve sermaye bırakılmalı ve böylece yokluğunda meydana gelebilecek sefalet önlenmeli hâlbuki. Bu da yetmez, maksat için yolcunun da hazırlıklı ve donanımlı olması gerekir: Erdemleri, yeşerttikleri ve diktikleriyle… İşte dikili taş budur… Mezara, cansız bedenin başucuna bırakılan somurtkan bir taş değil, aksine faal ve canlı bir miras, ağır bir emanet… Yaşamı renkli, bereketli ve kıymetli kılan ölümdür. Yaşam biteviye olsaydı, kısa ömürleri bu denli bereketli kılamazdı belki de. Zaman kavramı asıl ölümle ayırt edilir, derinden hissedilir. Ölüm ürpertisi ve telaşı olmasaydı eğer, insanda bu denli dinamizm, aşk, heyecan ve diriliş  olabilir miydi hiç? Koca asırların kısa ömürlere sığdırılmasıyla insanlık arındı, yükseldi belki de. Her gece, her uyku, her kış insanı rehavet ve başıboşluktan kurtaran temsili ölümlerdir. Tıpkı doğan her günün, parlayan her seherin ve dirilerek canlanan her baharın ruhlarımıza üfürülen temsili hayatlar olduğu gibi. Ne acı ki ölümü en çok da korkunç ve soğuk gösterenler dinler olmuştur hep. Ölümün tehditkâr kılıcını en çok onlar sallamışlardır üzerimize. Her sallayış bizi hidayete erdirecek bir tebliğ görülmüştür. Bu yüzden rengârenk ilahi komedyalar türemiş, kabir azabı cehennemi gölgede bırakacak kadar dehşetengiz bir hal almıştır. Nasıl olsa cehennemde bir başımıza kalmazdık ama kabirde koca bir roma askeri gibi kılıç kalkanlı bir zebani ordusuna karşı tektik, yapayalnızdık. Zehirli akrep ve yılanlarsa yorgun bedenlerimizi kaşıyan önemsiz figürlerdi! Bu yüzden ölüm acı ve gözyaşıydı sadece. Matem ve azadari sistemli bir kültür ve medeniyet işareti sayıldı. En çok ağlayan, en çok ölüyü seven oldu. Ölünün yaşamı ve mesajlarıysa ya gözyaşı selinde yahut matem izdihamında gark oldu. Belki de bu yüzden kabristanlardan korkarak ürkerek büyüyen bir nesil olarak yetiştik. Eskiden ölümle iç içe yaşardık halbuki. Ölenin salasını okur, cenaze namazına katılır, ya da cenaze namazı sırasında  ölüye yakın bir yerde huşuyla dikilirdik. Derken hep bereber mezarlığa gider, ölüyü toprağın bağrına teslim eder ve derin düşünceler içerisinde eve dönerdik. Ama ölüyle irtibatımız hiç kopmazdı. Çünkü her sabah evden çıkarken, her akşam eve dönerken mezarlığı uzaktan yahut yakından görür, dikili taşlarını selamlar ve yaşamlarını anımsardık. Teknoloji ve şehirleşmeyle beraber ölüm sıradanlaşmakla kalmadı, artık ne öleni gördük ne salasını işittik ne de mezarları görebildik. Doğamızda zaten var olan nankörlükle bırakın ölüyü, çoğu yaşayan insanı dahi unutarak öldürdük, bitirdik. Ölüm gerçekte  bir köprüdür. Bağımlılık ve esaretten kurtuluş, hayatın ağır sorumluluklarından muafiyet ve ölümsüzlüğe doğru bir hicrettir. Sürünerek geçirilen çocukluk devresinden, nefsin yoğun baskısıyla geçirilen şizofrenist ergenlik evresinden, ev ve aile sorumluluklarının bel büken ağır baskısıyla verimsiz tüketilen olgunluk döneminden ve hastalıklar ile acılarla sona erdirilen yaşlılık cehenneminden halas olmak, aşk ve sevgi diyarına göç etmektir. Kapı eşiklerinde, diken üstünde, soğukta ve sıcakta ve en önemlisi adil olmayan bir dünyada üşüyen bir beden ve ruhla sürdürülen hayatın tasmalarından ve yosmalarından azat olmak, ebedi istirahatgaha intikal etmektir. Bize düşense ölenleri bedenlerimizde yaşatmaktır. Ama kimi ilkel kavimlerin, bedenlerinde yaşatmak için ölülerinin etlerini yemeleri gibi değil, aksine geride bıraktıklarını, bize emanet ettiklerini, miraslarını sahiplenmektir. Hatta giderken boğazlarında düğümlenenleri, dudakları arasından çıkan son yarımca sözcükleri, can çekişirken hıçkırdıkları kesik mesajları, gözü açık giderken işaret ettikleri ve koca bir ömrün tecrübeleriyle açılan bilge alınlarındaki derin vadilerde terk ettikleri o yaşlı ve safî yadigârları korumak, geliştirerek yüceltmektir. Yaşam her şeye rağmen ölüme karşı sesli bir haykırış, aşikâr bir tehdittir. Anlamlı ve verimli geçirilen her bir gün, hayat mancınığından ölümün üzerine fırlatılan devasa bir taş, gerçekleştirilen her bir erdem ölümün kalbine sıkılan bir kurşun ve yaratılan her bir eser ölümün cenazesi üzerinde dikilen ve yükselen devrilmez bir çınardır. Sanat ve edebiyat ölümün yoluna pusu kurar. Azrail’e kafa tutar, elindeki keskin kılıcı köreltir, kınına sokar. Ölüme diklenerek, yolunu keserek “dur!” der, “natamam işlerim var, sonra gel” der. Çünkü sanat ve edebiyat aslında yok oluşa karşı isyan, bitmeye ve tükenmeye karşı diklenmek, ölümün üstüne yürümek ve ona kafa tutarak ölümsüzleşmektir. Ve yazar mürekkebinin son damlasına kadar ölüme boyun eğmeyen, diz çökmeyen yaşlı ve heybetli bir abidedir. Aşkın ruhunu vakitsiz gelen ölüme havale ederek kursağında tamamlanmamış billurdan sözcükleri feda edemez. Onun ölümle kavgası bu yüzdendir. Yumuşak yatağında acıyla kıvranması bu yüzdendir. Yazıya kaçması, dış dünyadan öze doğru firar emesi bu yüzdendir. Alabildiğine rengin olan şu devasa dış alemden iç mahzenlere ve sığınaklara firariperestliği bu yüzdendir. Eğer bir gün Azarail gelecekse ki gelecek, ölüm yakalayacaksa ki yakalayacak, o zaman o, ölüme doğru sağ eliyle acımasızca fırlattığı som taştan son bir sözcükle ölümü karşılamak isteyecektir.                                                                      

Mehmet Mekin MEÇİN  (01/05/2011)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.