Yazmak

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Sancılı bir süreçtir yazmak. Acıtan tecrübelerin, çekilen cefaların, hayıflatan fırsatların, sarsan baskıların anımsanması, tescillenmesi, belgelenmesi, ölümsüzleştirilmedir bir bakıma. Sahici bir şahitliktir belki de âfakâ ve enfüse: Gören, okuyan, ölçüp biçen, değerlendiren, muhasebe yapan ve zapturapt altına alan sorumluluk sahibi bir şahitlik, duyarlı ve bilinçli bir gözlem/gözetim, kendi ve çevre üzerine.

Tam da bu şahitliktir belki de insanı yazmaya sevk eden ve aynı anda yazmaktan kesen…. Sevk eder çünkü; okunan, yaşanan, tadılan ve biriktirilen ilmi ve tecrubi edimleri, bir borç ödeme bilinciyle paylaşma isteğinin vicdana ve iradeye yaptığı bir baskı, ruhu digergam olmaya tutuşturan semavi bir ateş olur. Keser çünkü, çelişkiler ve ilkesizliklerle cebelleşen insanın yaratıcı, üretici ve başkacı olması ayrı bir azap ve cendere. Kendi yaşamını disipline etmekten aciz, yanı başındaki sorumlulukların ayırtında olmayan, okumaktan üşenen, ibadi ve manevi beslenme kaynaklarını günbegün yitiren, sıradan ve avare bir yaşamı benimseyen, ilmi ve kültürel hedefi bulunmayan, normal beşeri standartlara ulaşmakla tüm insani emellerini gerçekleştirmiş farzeden birinin başkacı olabilmesi, başkalarına söyleyecek söze sahip olması ne kadar mümkündür? Öze dönüş çağrısı için evvela çağrı sahibinin özünü koruyor olması gerekmez mi? Aynı şekilde büyük insani ideallere davet eden davetçinin her şeyden önce kastettiği hedeflere dönük somut adımlar içerisinde olmalı değil mi? Yazanınsa en çok okuması, en çok gözlemlemesi, en çok düşünsel yolculuklara çıkması gerekmez mi?

İşte tam da burada yazmaya ibadet gözüyle bakarım: Tamamıyla içten, tamamıyla arı, duru ve riyasız, tastamam halis bir eylem… Tıpkı namaz gibi: İnsanı mutedil olmayan tüm aşırılıklardan koruyan muhafız… Dürüstlüğü, temizliği ve arınmayı kulağa ve kalbe fısıldayan melekuti güç…Tezkiyeyi, onuru, dik duruşu, ilkeli yaşamı her kelimede anımsatan ibadet… Bu yüzden her oturuşta yazı yazılmaz. Samimiyet, inanç, iffet ve manen de dizde derman bulunmalıdır illa ki. Her ne kadar güçlü bir manevi duruşun devasa bir entelektüellikle bir arada bulunması enderse de, sahici bir yazar bu iki uzlaşmaz karakteri bir arada yaşamalıdır kanımca. Hele hele bu yazar sırf entelektüel açlığını tatmine çalışan egoist biri değil, kendini aşmış, çevresine taşabilmiş, dış dünyaya karşı bir peygamber şefkati, bir baba hassasiyetine sahip sorumlu bir aydınsa sözkonusu o iki yabancıyı ruhunda birleştirmesi zaruret arz eder.

Yazmak sözü yerinde kullanmak, yerli yerine oturtmak, sözün edebini korumakatır: Edebiyat. Yeterince kabalıklardan arınmamış bedevi bir ruhun sesi olan kelimeler, medeni veya bedeviyi ne derece alakadar eder, ne denli etkiler? Kendine karşı saygısı zedelenmiş, özgüvenini kaybetmiş, dizinde derman, gözünde fer, yüreğinde umut kalmamış bir yazanın tekamüle giden ufuk açıcı insani erdemlerden söz etmesi, edep derslerini vermesi ne kadar inandırıcıdır? Bundan hareketle yazı insanı biraz da adam eden bir terbiye ve eğitim sürecidir. Kaleme alınan her bir yazı artık o yazarı başkalaştırmıştır. Çünkü yazılan her yazı uzun boylu bir tefekkür süreci, kapsamlı bir muhasebe, adamakıllı bir otokontrol ve öz kimliğiyle yüzleşmedir, harbiden.

Yazar evvele kendine yazar, kendine söyler. Önce kendisi düşünür, kulak kabartır, uygular. Sonra okur… İçtenlikle yazdığı her kelime semavi vicdandan beden hücrelerine nazil olan vahiy gibi devrimci bir tesir yapar. Peki, bu özel misyondan yoksun yazılar yok mudur? Elbette vardır. Ancak ya gereksiz tekrarlar ya şişkin ve pişkin kusmalar ya da bencilce yapılan tatminlerdir. Hiçbir duruşu olmayan zevk düşkünü insanlardan bile nitelikli yazılar okuyorsak eğer, bu, sadece içtenlikle dile gelen beşeri itiraflar ve insani iniltilerdir belki de. Beşeri olarak açmazlarımız, acılarımız, handikaplarımız ve imtihanlarımız hep ortaktır zira. Mümini de kafiri de…

Yazmak, ideale odaklanmak, görüş alanına giren dünyanın dışına taşmak, aşkın bir ruhla fizik ötesine kanatlanmaktır. Mucitler ve bilim adamlarının icat ve tespitlerinin sınırlarından, realitenin çizmiş olduğu hudutlardan çok daha ötesini düşlemek ve oralara göz dikmektir. Ne gündemin dayattığı muğlak sularda boğulmak, ne gündelik mesleki ritüellere gark olmak… Belki yüreğinin sesini dinleyerek büyük insani emellere kapı aralamak, insanlığa namütenahi evrensel ufuklar kazandırmaya çabalamak. Tam da bu yüzden nitelikli yazar ve sanatçılar hüzne yakın dururlar, yitip giden bir şeyleri vardır illa ki. Eldeki her şey onları tatmine yetmez artık. Daha iyiyi, daha güzeli yakalama avındalar her vakit. Bu kanaatsizlik ve açgözlülükten daha başka bir durumdur. Tanrısal ruhun hafsalası mevcutla mutlu olmaz asla, tersine namevcut olana seyir halindedir her daim. O yüzden nitelikli bir yazar daima yolculuk halinde hatta ölümüne dek her vakit yeni bir yolun tam da başındadır. Yetinmek, pes etmek, dinlenmek ve yorulmak yoktur onun için asla çünkü emelleri zinde, hedefleri büyük ve programları dopdoludur. Ekonomik bağımsızlık, mesleki kariyer, yaşamın temel ihtiyaçlarına sahip olmak onu tatmin etmekten uzaktır. Hobileri, ilgileri ve merakları icada ve keşfe götürünceye dek yakasını rahat bırakmamakta. Çünkü yüreğinde inşa ettiği gizli bir mabedi, aşkla sütunlarını yükselttiği penhan ve mahrem bir akadamyası vardır mutlaka. O yüzden hiç mezun olamadığı bir okul okumakta o. Kendi kendine geliştirdiği programları ve imtihanları vardır her zaman ve mekanda. Sıkıştırılmış programına koca ömürler sığdırabilmeyi başarmıştır artık o. Bu sıkıştırılmış yaşamın sancıları ruhunda hep lezzetlere inkılap etmiştir artık. Çünkü koşu halinde olduğu hedefleri kalmadığında intiharı yaklaşmıştır. Lezzet alacağı hiçbir şeyi kalmayınca artık yaşamanın anlamı kalır mı onun için?

Mehmet Mekin MEÇİN  (05/11/2010)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.