Ölümsüzlüğün Adıdır Yazarlık

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Hazıra konucu ve tüketici olan bireylerin geneli oluşturduğu, bu sıradanlığı aşan bireylerinse çok nadir olduğu bir gerçek… Ekseriya insanların ölümlerinden sonra unutulup gitmelerinin altında bu gerçek yatar: Sıradan bir yaşam, hazıra konuş ve tüketicilik… Elbette burada yazının ölümsüz bir belge olarak yazarı zamanlar üstü bir canlılığa kavuşturan misyonunu anımsamaktayız.

Her toplumda potansiyel cevherler taşıyan bireyler vardır. Ancak bu potansiyeli işletecek, yönlendirecek ve adım adım gelişimsel takibatını yapacak peygamberce şefkate veya babaca duyarlılığa sahip rehberlerin yetersizliğinden, bu potansiyel güçler heba olmaktalar. Çocukluğunu dört tarafı kitap raflarıyla çevrili bir odada geçiren, küçük yaşlardan itibaren okumaya başlayan, yedisinde/sekizinde eli kalem tuttuğu gibi günlük tutmaya, mektup yazmaya başlayan ve bunların ışığında sevgiyle yönlendirilen bir çocuğun yirmisinden önce güçlü bir kalem olarak üretken bir yazar olmasının önünde ciddi bir engel kalır mı?

Bireysel farklılıkları dikkate alarak, herkesin kodaman bir yazar olmayabileceğini bilmekle ve yazarlığın büyük bir yetenek işi olduğunu kabul etmekle beraber, azmin ve istikrarın elinden hiçbir şeyin kurtulmayacağı kanaatime dayanarak, her insanın inanarak, kendini önemseyerek, kendine güvenerek ama büyük bir özveriyle el atacağı her işte başarıyı yakalayabileceğine bütün kalbimle inanırım. Mükerreren ifade edildiği gibi insan ilahi ruhun sahibi olan tanrısal bir varlık, bütün olmazları olurlara çevirebilen mucizevî bir güç, en ağır şartlarda dahi cehennemleri cennetlere dönüştürebilen tükenmez bir zienerjidir.

Medeniyet olarak isimlendirilen insani tekâmülün en uzun soluklu çabası kuşkusuz kültürel ve sanatsal etkinliklerdir. Bu etkinliklerin en ölümsüz ve tahriften en uzak olanı da kâğıda geçirilen kelimelerdir. Ölümsüzleşen bu kelimler sahibini de ölümsüz kılarken aynı anda tekâmülün rotasını belirleyen kilometre taşları hükmüne de geçerler. Birbirine geçmiş ve binmiş bir merdiven gibi basamak basamak insanlığı yükseklere çıkaran bu kelimeler insanlığın ortak duygularını, ıstıraplarını, yutkunuşlarını ve emellerini haykıran feryatlardır. Bu bakımdan gizemli bir tarikatın militanları gibi olan yazarlar, lâmekân ruhlarıyla milli, tarihi, çevresel ve egosal zindanlardan kanatlanarak yükseklere uçar ve oradan insanlığın ortak paydalarını adeta tenzilen seslendirirler. Sözgelimi doğu klasiklerinde rastlanılan bir duygu, bir paylaşım veya bir ıstırap batı klasiklerinde de rahatlıkla görülebilir, bir dindarın şiarı bir Marksist’in söyleminde de okunabilir. Bu noktada edebiyat tıpkı tasavvuf gibi, evrensel bir hüviyete sahiptir. Orhan Pamuk’un deyişiyle; “yazarların taşları kelimelerdir.” Bu taşların rengi ve ustası değişse de bina yapımında kullanılan malzeme aynıdır yahut isyanda zalime, münasebetsize atacakları taşları yine bu kelimelerden başkası değildir ki en ölümcül silah da kelimelerden başka değildir.

Toplumlarda sayıları nadir olan kimi insanlar hakkında bazen bilge ve donanımlı olduklarına dair duyumlar alırsınız. Ancak bunları övüp övüp bitiremeyenlere “yazansal bir faaliyeti var mı, geride bıraktığı bir eseri var mı?” diye sorduğunuzda genellikle olumsuz cevap alırsınız. Burada durup düşünmek gerekmez mi? Bilgi birikimi, tecrübesi ve ilmi düzeyi yüksek olan insanların geride hiçbir eser bırakmadan gitmeleri hem onlar için hem de sonraki kuşaklar için büyük bir şanssızlık ve kayıp değil mi? Butor’un deyişiyle; “yazılmış her kelime ölüme karşı kazanılmış bir zaferdir.” Eğer tarih tekerrürden ibaretse, insansa ortalama olarak aynı özelliklere sahipse; yaşanılan dönemin tecrübesi ve birikiminin bir sonraki kuşağa sahih şekilde ama yazılı olarak aktarılması hem yazarı ölümsüz kılar, hem insani tekâmülün hızına ivme katar hem de can sıkıcı hayati yanlışların defaatle tekrarını asgariye indirir.

Yazarlık acı çekmektir. Duyarlılığın derunda yaktığı ateşin alevini dışa taşırmaktır. Endişe, ıstırap ve ruh üşümelerin dışa vurumudur. Yazarlık sisteme başkaldırı, cetvelle çizilerek dayatılmış hayata isyandır. Aksaklık ve arızaların sesli şekilde dillendirilmesi, tescil edilmesidir. İnsani duyguları hiçe sayan acımasız gidişata karşı dikilmek, dur demektir. Yazarlık halvetgahlarda yapılan ayinler, çekilen zikirler, içten dışa doğru yapılan sayıklamalardır. Yazarlık; insani sefaletin, doyasıya yaşanılan çilenin, bütün varlığıyla çekilen acının, görülen baskının/işkencenin, girilen yanlışların, ihlal edilen ilkelerin hıncını ve intikamını kaleme ödetmektir.

Yazarlık boşluk bulduğunda masaya kurulmak, boş vakitleri değerlendirmek üzere kaleme sarılmak, bilgi ve donanımdan yoksun sadece işitsel uyaranları karalamak değildir. Aksine yazarlık; bir yaşam biçimi, alın terini, emeği, gözyaşını, uzun süreli ve istikrarlı okumaları, yaşantısal olarak zengin ve rengin tecrübeyi gerektiren bir disiplindir. Yazar; pencerenin kenarına geçerken de, yolda yürürken de, işyerinde gözlerken de aslında farkına varmadan yazıyordur. Yazar için yazarlık hayatın kendisidir çünkü. Bir yazar için bir yazı on okumayı gerektirir. Kaleme ve satırlarına duyduğu heyecanla yazmayı denemeden önce yıllarını okumaya vermiştir yazar. Yazarlık bir çeşit din, bir çeşit ayindir: Belli zamanlarda, belli ritüelleri istikrarla ve disiplinle isteyen bir din, bir ayin… Norman Mailer’in deyişiyle yazarlık; “en kötü gününde bile çalışabilmek demektir. Sevdiğin biri öldüğünde cenazeye gitmek yerine romanına devam edebilecek misin?” Kim bilir, belki de şu sözler, kazılan mezarı başında az biraz bekleyince geciken annesinin cenazesi üzerine bir köşeye çekilip notlar almaya başlayan yazarın sözleridir: “Evlat! Yazar olmak istiyorsan, mavi ya da mor belki de kırmızı ışık dalgaları ya da ilham perisi ve o tür tüm zırvaları bekleyemezsin. Acı çekmeye, iç sıkıntısı duymaya, üzülmeye, boğulmaya aldırmadan yazacaksın. Yazdıklarını bıkmadan, usanmadan defalarca tekrar yazacak, düzeltecek, kısaltacak, kesip atacaksın. Gün sonunda belki doğru düzgün bir sayfa bile yazmamış olacaksın ve kendinden, yeteneğinden, yazarlığından şüphe duyacaksın. Ama tıpkı tüm günler yaptığın gibi ertesi gün de aynı şekilde ve aynı azimle masana oturacaksın. Bunlar bir alışkanlıktan bir yaşam biçimine dönüştüğü an bir şeyler yazmaya başlayacaksın.” Yine Lonesco’nun deyişiyle; “yazarın boş vakti ya da tatili olmaz. Yazar, ya yazıyordur ya da ne yazacağını düşünüyordur.”
Yanko’nun yazıya getirdiği tanımsa ilginçtir: “Her yazar, kendini ve evreni anlatabileceği o tek, harikulade, eşsiz cümleyi arar durur. Ve arada yazdıkları ise kitaplarıdır.”
Fitzgerald ise;”yazarlar tam olarak diğer insanlardan değildir. Eğer bir şeyseler, tek bir insan olmaya çabalayan birçok insandırlar.” diyordu.
Fuentes; “Yazmak, sessizliğe karşı mücadele etmektir. Yazmak aydınlıklara ulaşan bir yol, bir dava olmalıdır.” derken Bradbury; “bir yazar ancak yazmaktan vazgeçtiğinde başarısız olur. Yazar olmak istiyorsan asla vazgeçmemelisin.” diyordu.
Duras’ın söyledikleriyse herkeste derin bir huşu uyandıran cinsten…”İnsan, içinde bir yabacıyı barındırır, yazmak işte o yabancıya ulaşmaktır.”
O arada gaipten gelen bir ses de şunları fısıldıyordu her yazar adayının kulağına: “Yazarlık üzerine söylenenlerden ve yazılanlardan keyif duymaya ve acı çekmeye başladığında yazar oluyorsun demektir.”

Teknoloji ve elektroniğin dünyamızı dijital bir renginliğe boğduğu şu günlerde, kırsal bir kesimin ıssız bir hücresine kapanarak gençliğini kuru bir ekmek/soğan yiyerek geçiren ama okuma ve yazmalarına gazyağlı lambaların ya da mumların loş ışığı altında devam ederek devasa eserler üreten kadim insanlara ve o tarz bir yaşama gıpta etmemek mümkün mü?

Elektromanyetik dalgalar altında her gün bir parça ömrümüzü ve şahsiyetimizi yitirdiğimiz, metropollerin insanı robota çeviren gündelik ritüelleriyle harcandığımız, ömrümüzü o kirli havasında kısalttığımız, kısaldıkça kısalan ömrümüzün sadece boş vakitlerini hobi olarak değerlendirdiğimiz zavallı kuşak olarak bizim büyük doğumlar yapmamız maalesef mümkün gözükmemektedir! İşte tam da burada esasen yazarlık; belki de bu sürece ve bu sürecin dayattığı bütün gereksiz aksesuarlara karşı dikilmek, dur demek, akışın tersine yüzmek, programı dışarıdan yapılan hayatın dayatmalarına boyun eğmeden modernizmin müspet olanaklarının yazarın önünde secdeye kapanmalarını sağlamaktır.

Mehmet Mekin MEÇİN (15-02-2010)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.