Mürteci Hüzünler

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Ramazan Ayı’nın bu ilk günlerinde, üzerime sinen hüzne yabancı değilim. Pek de uzun olmayan aralıklarla gelir sarar beni. Modern zamanlar bayağılığının, gayri insaniliğinin farkına vardırdıkça beni , daha sıkı sarmasına müsait hale getiririm kendimi. Melankolik mi yoksa melûl mu bilemem, ama bu halden ‘irticai bir haz’ aldığımı kabul ediyorum.

Son tahlilde bireyin bizzat kendisini harcayan ‘bireycilik çağı’ nın bana göre olmadığı hissine kapılıyorum. En uzağa bile ilettikçe yalnızlaştıran, özgürleştirdikçe köleleştiren, bağımsızlaştırdıkça bayağılaştıran, varsıllaştırdıkça yokluğa sürükleyen, eğittikçe cahilleştiren, konforuyla rahatlattıkça yoran, temizledikçe kirleten, çağdaşlaştırdıkça ilkelleştiren, yaşattıkça öldüren… İş bu çağ bana göre değil, değil işte…

İşte bu ruh halindeyken eski zamanlarda yaşamak isteğim zuhur ediyor. Mesela bin beş yüzlü yılların bir Osmanlı kasabasında yaşadığımı hayal ediyorum. Ahşaptan şirin bir evde yaşıyorum. Evin bir bahçesi, bahçenin önünden geçen temiz bir nehir. Ev kalabalık. Dört erkek, beş kız kardeşiz. Baba marangoz, ana evinin hanımı. Erkek çocuklar babanın yardımcıları. Kızlar annenin. Ev, beş büyük odalı. Odalarda gerekli eşyalar var. Her gün tozunu almak dışında işlevi olmayan, gereksiz yer kaplayan kaba saba mobilyalar yok. Kilim, duvar boyu minderler, rahle, kitaplık… Kendimize ait odalarda yalnız benciller olamıyoruz. Kominal olmasak da ‘kom’ olmanın huzuruyla sükun buluyoruz.

Tanımadığımız, her gün konuşmadığımız, halini vaktini sormadığımız komşumuz yok. Mahallenin hemen tümüyle iyi tanışıyoruz. Her ölenin taziyesine, her evlenenin düğününe gidiyoruz. Camiye bayramdan bayrama, cumadan cumaya değil, günde beş kez uğruyoruz. Her uğrayışımızda anca yer buluyoruz. Mahalleye yeni taşınanla mutlaka tanışıyor, ihtiyaçlarını soruyor ve gideriyoruz. Mahalleden taşınanın arkasından içten üzülüyor, ağlıyoruz. Asansörde tevafuken gördüğümüz komşularımız yok, şükür. Başka kasabalarda/şehirlerde yaşayan akrabalarımızı özlüyoruz. Sefere/cihada giden dostlarımızı ve kardeşlerimizi hasretle bekliyoruz. Ne sesli ne de görüntülü görüşme olanağımız olmadığı için, hasret duygusunu iyi hissediyoruz. Kavuşma heyecanlarımız merasime dönüşüyor. İnsani duygularımızı doya doya yaşıyoruz.

Yemeğe ‘kom-u-külfet’ oturuyoruz. Hiçbirinin tadını doya doya alamayacağımız beş on çeşit yok. Tadına iyice varacağımız bir iki çeşit yemeğimiz ve bugün mayalamışsa annemiz, güzelim yoğurdundan serinleten bir ayranımız. İstisnasız besmeleyle başlar, mutlaka hamd ve şükürle kalkarız sofradan. En yakın komşuya/komşudan, yediğimizden/yediklerinden bir tabak muhakkak gider-gelir. Her zaman yalnız yemeyiz. Haftanın iki-üç günü illa ki akşam sohbetine gelen misafir olur. Soframızı onlarla paylaşıyor, bereket nedir aynel yakin anlıyor, sıra bizim eve gelmişse medrese talebelerine her seferinde erkek kardeşlerden biri olmak üzere yediğimizden götürüp cenneti yaşıyoruz.

Ramazanlarımız, hala o eski ramazanlar. Daha çok yemek için değil, daha çok paylaşmak için tutuyoruz oruçları. Eğlendirmek için değil, arındırmak için tutuyor bizi oruçlarımız. Paylaşmanın muhabbeti/retoriği değil, bizzat kendisidir cari olan. Bayramlarımız da hala eski bayramlar tadında. Hayatımıza anlam veren tadında. Ölmeden ölüyor, tam da bu nedenle ‘dipdiri’ yaşıyoruz.

Gecelerimiz, gönül okşayan hilal aydınlığında. Dam sefalarında milyon yıldızın ahengiyle sonsuzluğu içerken, annemizin nazenin sesinden sıtranlarla ‘küçük ölüm’e dalar, gecenin sabaha yakın vakitlerinde babamızın huzur veren Kur’an okumalarıyla uyanma ile uyuma arasında tatlı gel-gitler yaşarız. Derken Davudî bir ses bize ‘diriliş’ i müjdeler. Sabah ezanıyla uyanılır, serin bir esinti eşliğinde abdest alınır ve camiye tam zamanında varılır. Mahallelinin tüm erkekleri ordadır. Yeni bir güne, Allah’a ve kullarına muhabbetle başlanmış olur böylece. Ardından O’nun tabiata saçtığı rızkı, alın teriyle kazanıp paylaşmak ve bir sonraki vakitte şükrünü eda etmek üzere dağılır cemaat.

Çocuklar… Çocuklarımız… ‘Gül Medeniyyeti’nin çoçuklarıdır onlar. Çekirdek aile denen kreşte, çift çekirdekli bilgisayar karşısında benzleri solana dek put gibi duran, Herry Potter çağının oyuncakları değiller henüz. Habil ve Yusuf menkıbeleriyle büyüyorlar. Şiddeti değil, rahmeti , şefkati yudumluyorlar. Oynayacak kardeşleri var. Kucağına oturup sakalını okşayacağı dedesi ve ninnileriyle uyuyacağı ninesi huzur evinde değil, onun yaşadığı evde, yanı başında.

Hepimiz aynı dili konuşuyoruz. Herkes kendi dilinde aynı dili konuşuyor. Başkasının dilini yasaklayacak kadar ‘ilerleme’mişiz daha. Kürdün, Türkün, Arabın, Farsın, Zazanın, Lazın birbirine üstünlüğü yok. Hepsi alt kimlik. Üst kimliğimiz ortak ruhumuzdur. Güroymak’ı tanımıyoruz ama Norşin’i görmüşlerimiz var. Şanlıurfa’yı duymamışız fakat, Roha’ da atamız İbrahim’in yanmadan ‘yandığını’ bilmeyenimiz yok.

Zamanın ruhu dingin, zemin kaygan değil henüzÖz’ü, korunağı olan form’undan koparıp uçurmadan/yitirmeden hayatımızın zerrelerine dağıtmışız. Öz’ü yakalama kaygısının, entelektüel şamata içinde öz’ü yitirmeye dönüştüğü çağın çok gerisindeyiz. Formu hırpalayarak değil, koruyarak/gözeterek öz’den nasipleniyoruz. Öz, tabir caizse uçucu madde gibidir. Muhkem bir formun içinden hissetmek/yaşamak gerekir. İşte tam böyle damıtıyoruz öz’ü hayata. Öte yandan içi boşaltılmış formların saymanları ve dahi toplayıcıları da değiliz burada. Sentetik değil hakiki bir medeniyetin evlatları olarak, fani bir hayatın imkan tanıdığı kadar huzur doluyuz. Bunalım çağının sunamayacağı bir huzurdur bu. Esasen hem sunamayacağı hem de tanıyamayacağı bir iç dirilik, bir sonsuz dinginliktir.

İşte gördünüz mü, dağıldı mürteci hüznüm. Son cümlelerime bakar mısınız? Öz , form, entelektüel, zaman-zemin, retorik, üst kimlik… kirli çağın tartışmalarına dalacağım neredeyse; güzelim kasabamdaki huzurlu hayatı bırakıp. Ne etsem boş artık, tılsım bozuldu. Lakin şunun bilinmesini isterim :

Bu ‘irticai’ hüznümün, kirli çağın kirli ni’metiyle (internet) deşifre olup afişe edilmesinden duyduğum rahatsızlık, onun benden duyacağı rahatsızlıktan daha az değildir. Paylaşmanın, hasretin, sevginin, aşkın, digergamlığın, huzurun bittiği yerdeyiz. Ezcümle, ‘insan’ın tükendiği kirli bir çağdayız. ‘’Bu kirli çağ, benden aldıklarını bana geri versin, ben ondan aldıklarımın hepsini geri vermeye razıyım ‘’.

Var mısın buna, ey ….. çağ ?!

Devrim BAL (15.01.2012)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.