Dişil Putlar

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Yüreğim!
Sesinde akan suların hışırtısı gibi ruhu okşayan nefasetin yanı sıra görkemli bir şelalenin heybetine benzer abidevî bir üslupla sana yazmak isterdim. Ne ki, bunun için nebevî bir ilham, edebî bir deha, eşrefi ellere ait mahir parmaklar, aramızda bir kıvılcım çakmak üzere renkli bir kelebek gibi yahut naif bir yusufçuk gibi bir süreliğine yüzümüze konan şanlı ve ışıltılı bakışlardan mahrumuz şimdilerde… Dahası kartal suratlı cümbüşler, baykuş gözlü hilkat garibeleriyle çevrelenmişken; şeker gibi tatlı bir tebessümden, bahçemin ve hayatımın güneşinden, sevgi dolu kolların kucaklayıcı sıcaklığından, iki büyülü çırağ gibi etrafı aydınlatan dostane şirin gözlerden, zarif giysiler arasında tecelli eden sevgilinin içten, samimi bakışları ile büyülü sesi gözden ve kulaktan uzakken, içimdeki yalnızlığı, çiseleyen yağmur tanelerini yutan inci taşların arasına atıp ayağımla ezmek isterken nasıl yakalamamı beklersin o üslubu?

Tanrı tarafından bizlere hediye edilen şu terütaze dünyamızı yalız bir sessizlik, açık vaziyette duran ejderha ağzı gibi kara bir kovuk, ölüm vadisinden gelen sirenî bir sayhâ, dut yapraklarını harıl harıl yiyen haşerelerin dimağı kemiren saldırıları, insanüstü bir figanın gönül bahçemizi dolduran inleyişleri, siyah bir ruh gibi her daim peşimizden gelen meşum-lanetli gölge ile neden habire takas ettiğimizi anlamış değilim…

Yüreğim!
Anne-babasını yahut sevgilisini taparcasına seven masum bir delikanlı gibi özgürlüğe aşık olduğumuzu bilirsin. Erdemin ve onurlu bir yaşamınsa, gözlerden üzerimize yağan rahmet gözyaşları gibi nasıl da bizi dirilttiğini, canımıza can kattığını ve cuşuhuruşa getirdiğini de… Melek yontusu ve rengârenk yusufçuklarla med-cezire kalkan ruhumuzu nasıl da perperişan ve sersefil kıldığını da… Yazıyla ve kalemle inşirah bulduğumuz anlara gelince; sizi kimsesizlik berzahından, gölgeler vadisinden ve yalnızlığın katmerli koyu arafından çekip alarak kendi sabahi seherlerimizin aydınlıklarına yahut gün batımlarımızın parlament mavisi ışıklarına çıkarmak istediğimiz anlardır…

Her bahtiyarın üzerindeki şom gözler kör olsun! Günün birinde matem kozası şu zindanımızdan çıkıp uçarsak, dünyanın tüm dertlerinin müşahede edildiği gözlerimizi, sütliman bir havuzun içindeki yakuti taşa dikerek temizlemek, şu ana kadar Azrail kargası gözlerimizi cezbeden tüm sahte putların eriyerek çapak olarak nurlu dünyamızdan çıkmasını sağlamak, dumura uğrayan duygularımızı israfili surla diriltmek ve her seferinde yenilgiyle başladığımız hayata dokunaklı ve en zarif cümlelerle başlamak isteriz. Ne aman aman umudumuzun, ne aham şaham emelimizin gerçekleşmediği, Gothe’nin tabiriyle “sanatın oldukça uzun, yaşamınsa oldukça kısa olduğu”, oyuncaklarının içini merak eden hınzır çocuklar gibi duyguların görünmeyen puslu kısmını deşifre etmek isteyen kalemin yarı yolda kuruduğu ve böylece ifadelerin hep yutkunduğu, emellerin daima kursakta kaldığı, hep tavan aralarında yarım kalmış, yaşanmamış hayatların penhan kaldığı tekin olmayan hayat…

Bizim sitemimiz ne zamanadır ne de mekâna… Sitemimiz ne zamanın kalbinde ne de mekânın karnında… Zaman ve mekân, o açıkça hissedilen ulvî görevlerini yerine getirmek için tayin olunmuş iki bigünahtır… Ki heyhat, düşman içimizde, derunumuzda gizli!

Efsanelerde misk ve amber kokusunun burnunu doldurduğu ve bu yüzden kendindeki kokuyu takip ederek dağ taş dere tepe her tarafı kolaçan eden ama bir türlü o amber kokusunun kaynağına ulaşamayan bir ceylan anlatılır ya… İşte insanlardan büyük bir kısmının hikâyesi rahiyasından bihaber olan o Huten ceylanın hikâyesinden ziyade tiksindirici kokusunu fark edemeyip onu başkalarına nispet veren kokarcanın hikâyesine benzer.

Hakikat, güzellikte ve yalın bir yaşamda, olabildiğince yakınımızda… Ama maalesef dünya baş döndürücü bir oyunun içinde bocalayıp durmakta… Herkes kendi âleminde, kendi derdinde… Önemli olan sadece ve sadece renklerin ötesini keşfetmek, orayı görüp okuyabilmek için daha çok azmetmek ve kuytularda ahinler dizebilmek… Sadece renklerin ötesini bilmek başka bir şey değil. Zira bilen ile bilmeyen hiçbir zaman bir olamaz. Zahir görüngülerin cezzap ama kezzap olan renginliğinden kendimizi kurtardığımız oranda azadız, biline…

Yüreğim!
En asude duyguları, en pak dimağları, en bakir hayatları hışırtılı pelerinleriyle, paslı hançer gibi kalbe işleyen sahte albenileriyle, Hannas’ın mucessem yarenleri dişil putlara gelince… İşte tam da burada oruç tutmak gerek… Kaçımız tutar kendini, kaçımız masumiyet nişaneleri gözlerindeki camsıl ıslaklığı sahte güneşlerden akseden ışıltıların bıraktıkları çapaksıl kızarıklıktan korur? Hakikatte âmâ olmadığı halde âmâca yaşamaktı bunun adı: Oruç…

Bütün keskinliklerin, sivriliklerin, kabalıkların, kırıcılıkların, incitmelerin uzağında vahyin beşeri insan kılan potasında eriyerek peygamberane bir sirete bürünmenin, anber kokulu abidevi bir ağırlıkla çevresine moral ve neşe saçmanın kendisiydi: Ramazan…

Kölece bir ruhun darmadağın harabelerinden, karınca yuvası ağızların şehvet salyalı kıyılarından, kafatasındaki fettan çırağların şom bakışlarından, cin haritalı beyinlerin sinsi vesveselerinden, doymak bilmez emellerin namütenahi hırslarından, enfusi emirlerin esaretinden halas olmak, kendini tutmaktı: İmsak…

Ve her yaşanılan günde saat saat yetimi, fakiri, biçareyi, yoksulu anımsamak, aç bir bebeğin, soluk benizli bir çocuğun, devasa duvarların gerisinde ölüme terk edilmiş bir zindaninin hıçkırıklarını işitmek, toplumun ahu zarlarına kulak kabartmak ve bunlar için yanıp tutuşmak ve eyleme geçmekti: Diğergamlık…
                                Mehmet Mekin MEÇİN (21.08.2010)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.