Bunu Yapma

Yazar: on 31 Ocak 2020

Bana bunu yapma çocuk, bana böyle bakma… Belki bakan sensin ama gören benim. Gördükçe acı çekiyorum çocuk, bana bunu yapma… Gece karası gözlerine; sönük sarı renkte dudakların, rüzgârla sarmaş dolaş dağınık saçların, bakır renginde tenine, alelade serpilmiş gri tozlar… Olmamış yavrum olmamış… Bu bakışlar göz çanaklarının kör dibine atılmış… Kardeş merhametsizliği yaşamış. Yine de ışık saçmış kuyu karanlığında, işaret fişekleri fırlatmış. Avazı çıktığınca feryat etmiş, kara bir göz bayrağı çekmiş göndere… Öyle bir göz ki, hançer… Öyle bir göz ki, kitap…

Bir göz Allah’ım(c.c), sadece bir göz yüreğimi üst üste indirdiği hançerlerle deşiyor. Bir göz, saniyenin onda birinde bir kütüphane dolusu kitabı kesip, beynime yapıştırıyor. Bilinç sonrası acıdır hissettiğim.


Toplum bilimciler, ruh okuyucular, tarihçiler, evrimciler, araştırmacılar, okuyucular, dinleyiciler! Kütüphane tozları yutmayı, arkeolojik araştırmalar için toprağı deşmeyi, kimyasal deney yapmayı, toplumların, bireylerin oluşum normlarını irdeleyen anketler uygulamayı sürdürün… Lakin bu kara göze de bir defa bakın, o baktıkça siz daha iyi görür, o baktıkça siz daha çok bulgu toplarsınız. O gözler en gelişmiş teleskoplardan daha ince detayları dökecek önünüze, tarihin atar damarları çarpacak kalbinize, güçlünün yalanları dökülecek ününüze, analizler yapacaksınız, sentezler oluşturacaksınız. Bir taraftan gözünüze batacak kara toprağın, kara talihli, kara gözlüleri, bir taraftan vicdanınızı sızlatacak Mezopotamya dağlarının alın yazgısıyla doğmuş, üstüne hava(da)n toplar düşen melül gözlü ceylanlar. Ki gözlerinin her bir tekini cılız bir ağacın kabarık gövdesinden kazımak zorunda kalacaksınız belki. Avucunuzdaki o çoban gözlere iyi bakın, Ne görüyorsunuz? Bir çocuk parkında salıncağa binip neşe içinde etrafa gülücük saçmadı o gözler, annesinin eteğine sarılıp pamuklu şeker için mızmızlanmadı. Düz yolda ‘yoruldum, kucağına al beni’ diye şımarıklık yapmadı. O, dağların çocuğuydu. Saçları okşanmadı, yanağından makas alınmadı. Yürüdü, tırmandı. Erken büyümeliydi bu coğrafyanın çocukları. Erken büyüdü. Görebiliyor musunuz?

Hangi toprak parçası bu gözlerin ferini söndürmeye değer, hangi bayrak bu bakışlara mil çekecek kadar kutsal, hangi ideoloji, hangi felsefe bu acı bakışlar karşısında bir daha kahkaha atabilir, kara bir bandaj takıp başını yastığa koyabilir? Sessiz, derin ve huzur içinde uyuyabilir? Ey vicdan, neredesin! Ey bakar kör vicdan! Hangi fetva yorganının karanlık dibine başını gömdün.
Sen bakma çocuk kâbuslar görürüm.

Offf… Bana böyle bakma çocuk! Felsefem sarsılır; her döktüğü yaprağın, her kestiği ağacın, her serdiği bedenin arkasında duran yetim dramı göremeyen felsefem, söylemleri güçlü eylemleri zayıf felsefem.. Sırça köşklere konmuş, saçları yolunmuş dağları, aç ve susuz bırakılmış, ayakları nasırlanmış ovaları, varoşları, Ebu Talib’in yetimlerini göremeyen felsefem! Afyonun uyuşturucu etkisiyle beyni bulanmış, yerde uyuyan, gökte dolanan felsefem…
Bana böyle bakma çocuk, uyanırım.

Bana bunu yapma çocuk, bana böyle bakma! Sen bakınca, ben okuyorum yaradan rabbimin adıyla… Yaprak yaprak, sayfa sayfa okutma bana dağları, kuşları… Amacı, koyunlarla yemek değil, yağdırılan bombaların kara inci gibi gözlerden daha değerli olduğu coğrafyanın, erken büyümek zorunda bırakılan çobanlarını dövmek olan kurtları…

Sen incir yamacında inci yüzlü müsün? Zeytin dalında, zeytin gözlü müsün? Sina dağında ay simalım, Emin Belde’nin kucağında uyuyamayan fidan bedenli misin? Hangi fırtınalara gönderiyorsun beni, hangi dağlara zincirliyorsun, hangi vahşilere parçalatıyorsun ciğerimi? Kalpleri Mevla korkusundan yuvarlanan taşlardan daha katı kavimlerin sosyolojik analizlerinin dökümüne kadavra yapacaksın beni. Cehalet saadettir ceylan gözlüm! Sen bakmazsan vicdan azabındansa, çarmıhta çivilerimi kendim çakmayacağım. Sen bakmasan dağların sarp yamaçlarını adımlayıp, kırk gün kırk gece bir mağaranın karanlığında inzivaya çekilmeyeceğim. Biri göğüs kafesimi parçalarcasına kucaklamayacak beni. Sen bakmasan ben okumayacağım.
Bana bakma çocuk, gözlerinin karası Hira’ya tırmanırım.

Bana böyle bakma çocuk, bana bunu yapma… Karakaşlım, kömür gözlüm, toprak kokulum, susuzluktan bağrı çatlamış toprağa dökülen o gözyaşlarına kurban olayım, bana böyle bakma… Sen bakınca boğazım sızlar, göğsüm daralır, nefesim sıklaşır, gözlerim nemlenir, hani savaş meydanlarını inletecek sesim kısılır, hani sunî düşmanlarımın yüreğini delen kızıl bakışlarımın üstü dürülür, sırtım bükülür, yıkılırım…
Ağlarım, bak ağlarım, erkekliğimden utanırım…

O bir ceylandı. Nazlıydı, tazeydi, çobandı, çocuktu. Korumak, kollamak için dağ bayır gezerdi. Avcı değildi, saldırmak, parçalamak için pusu kurmazdı. Çobandı, elinde bir sopa tutar, onunla yaprak dökerdi. Avcı değildi, kurşun sıkmaz, havan topu fırlatmazdı. Çobandı, yaşatmak için çıkardı dağlara. Avcı değildi, öldürmek için dolanmazdı. Dağda yalnız başına, korumasız bir ceylanı öldürmekten daha kolay ne olabilir? Ama sonra çocuğunun etrafa saçılmış parçalarını eteğine toplayan annenin feryadını işitmeyecek misiniz? Ama sonra, her makarna yediğinizde boğazınıza bir şey takılmayacak mı? Hıçkırık tutmayacak mı sizi? Karnı parçalanmış, iç organları etrafa saçılmış bir çocuğun, dağlarda, anne ve babasının ulaşmasının imkânsızlığına rağmen “Anne!!!! Baba!!!” çığlıkları, çaresizliği canlanmayacak mı gözünüzde? Yavaş yavaş hayata kapanan o gözlerin son kırpılışı, Ceylan’ın acısını sonlandıran o son perdenin acısı, artık sizin yüreğinize düşmeyecek mi? Felsefenizin, milliyetinizin, coğrafyanızın, sosyal rolünüzün gözünden ya da kendi bedeninizden değil, bir an Ceylan’ın gözlerinden görün.
“Günahım neydi benim? Suçum neydi? Tamam, haddimi bileceğim bundan sonra! Bir daha makarna istemeyeceğim! Anne! Kaldır o tencereyi ocaktan, o da sizin çocuklarınıza olsun. Tüm ithal şekerlemeler, çikolatalar gibi, tüm pahalı oyuncaklar gibi, tüm cicili bicili elbiseler gibi, parklar gibi, dağlarda yaşayacağım, en yontulmamış taşı yastık edineceğim. Uyuyacağım. Uzun ve soğuk geceler yaşadım ama bu karalık, gece değil, kuyulara atıldım ama bu karalık, kuyu karanlığı değil, dağlara sürüldüm ama bu karalık mağara karanlığı değil, gözkapaklarım dinlemiyor beni, usul usul kapanıyor. Açılmıyor kara gözlerim.”
Dur! Aç gözlerini. Bana bak çocuk. Yoksa ölürüm!

Erkan KADĞA



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.