Vesile Kadın

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Bir eli eşinin diğeri oğulcuğunun mezar taşında, durmadan gözyaşı döküyordu. Toprağını eşeliyordu bir de arada. İçinde derin bir keder, yıkık umutlar, sert kırılmalar ve daha tarifi imkansız acılar barındırıyordu. Kendinden geçer gibi olacakken, Yasin okuyan genç medrese talebesinin ani yükselen sesleri ile toparlanmaya çalışıyordu. Eliyle yazmasını (baş örtüsünü) düzeltiyor, yanından hiç ayırmadığı, gözünden sakındığı, neredeyse tapındığı ve artık son umudu torununun başını okşuyor, patlayacak volkan gibi etrafı süzerken her zaman yaptığı gibi derinden bir la ilahe illallah çekiyordu… 

Gözlerini, yan yana duran eşi ve biricik oğlunun mezarı üstünde gezdirirken adeta transa geçiyordu. Ruhu bedeninden kopuyordu sanki. Bu durumu beş yaşındaki torunu, inanılması güç ama seziyordu. Korkuyla karşık bir yalnızlık duygusu sarıyordu torunu. Babaannesi sanki bedenen de ayrılmıştı oradan. Donuyordu her şey. Yasin okuyan genç talebe surenin bir yerinde hareketsiz gibi kalıyordu. Babaanne gözlerini iki mezarın ortasına dikmiş ve yirmi dört yıl öncesine dönmüştü. Eşinin kendisine seslenişini duyuyordu gaipten…

Vesile, Vesile! diye her zamanki gibi adını iki kere söyleyerek seslendi sevgili eşi. Koşar adımla eşine doğru giderken, geldim geldim! diye iki kere karşılık verdi o da, her zamanki gibi. Akşama misafir var, dedi Hüseyin Efendi. Misafirin eksik olmadığı, reisinin yedi köyün reisi olduğu, dört kardeşin de etrafında pervane olduğu Hüseyin Efendi’nin evi, civar köylerin tüm ileri gelenlerinin mütemadiyen misafir oldukları müstesna bir evdi. Erkek evlat hasretiyle beş kızına annelik yaparken, sevgili eşine erkek evlat verememenin dayanılmaz ağırlığı altında umudunu karnında taşıdığı son ağırlığa bağlamıştı, Vesile Kadın. Öteki kadınların dokundurmalarından da, üzerine kuma gelmesi ihtimalinden de kurtulması bu umuda bağlıydı. Hüseyin Efendi’nin yüzünü yedi düvele ak etme görevi Vesile kadının sırtındaydı. Tarih ve toplum hiç de adil olmayan bir şekilde Vesile kadını ağır bir yükün altına sürmüştü. Üstesinden gelmenin kaderin cilvesine bağlı olduğu ağır bir yükün… Sırtındaki ve karnındaki ağırlıkla sevgili eşinin tam karşısına dikildi Vesile Kadın; misafir baş göz üstüne. Ne buyurursun, ne yapalım bey, dedi. Mahmut Ağa geliyor, Şeyhimle birlikte. Onlara bir koyun kurban et dedi. Peki dedi ve ayrıldı ordan; heyecan, korku ve umutla karışık bir duyguyla…

Ayrılmıştı ordan. Elleriyle hâlâ mezar toprağını eşeliyordu. Göz pınarları kurumuş gibi yutkunuyordu. Toruna belli belirsiz bakışlar kondururken derinden nefes alıyordu. Oğulcuğunu toprağa vereli üç dört yıl olmuştu. Eşiyse oğulcuğu henüz üç dört yaşlarındayken terk etmişti onu. Hey zalim dünya, be hey zalim kader der gibi halleri vardı. Bir zamanların en saygın kadını şimdi en yalnız ve acıyan gözlerle bakılan kadını olmuştu. İki mezar başında yapayalnızdı. Konuşurken insanların yüzüne bakmıyordu bu yüzden. Bakılacak bir yüz yoktu ona göre. Sahte merhamet satıcılarının yüzüne de bakmıyordu, merhametsiz yakınların yüzüne de. Tek hedefi, onda eşini ve oğulcuğunu gördüğü torununu büyütmek, Allah ömür verirse mürüvvetini görmekti. Yoksa yaşamayı çoktan çıkartmıştı gözlerinden. Yaşamak için değil yaşatmak için nefes alıp veriyordu. Aldığı her nefeste acılarını yeniden yaşıyordu. Acı onun yüzünde müşahhaslaşıyordu adeta. Tanrı acının tarifini yapmak için onu yaratmış gibiydi. Vesile Kadın… Her derde vesile kadın… Torunun elini avuçlarına almış bırakmamacasına sıkmıştı. Torun acıyla ellerini çekmek istiyordu ama babaannesinin kutsal yolculuğunu bölmemek için direniyor gibiydi. Vesile Kadın gayri ihtiyari evine/eşine dönmüştü yine…

Gecenin sabaha yakın saatlerinde bağrışmalar ve sevinç sesleri Hüseyin Efendi’nin evini doldurmuştu. Herkes çok seviniyordu. Müjdeyi alan Hüseyin Efendi’de çocukça bir sevinç belirmişti. Ama en çok Vesile Kadın hak ediyordu sevinmeyi. Sırtından dayanılmaz yük kalkmıştı, zira karnından inen ağırlık bir erkek çocuğuydu. Tarihin ve toplumun sırtına acımasızca yüklediği yükten azade olmanın hafifliğiyle sevinç gözyaşları döküyordu Vesile kadın. Artık başı dik dolaşacaktı köyün içinde. Artık yüzü ak olacaktı kadınlar arasında. Ve artık daha bir saygın olacaktı insanlar nezdinde. Sabah bir kaç büyükbaş hayvanı kurban ederek Allah’a şükrünü eda etmişti Hüseyin Efendi. Ardından davullu zurnalı kutlama halayları ve en çok yoksulları ve çocukları mutlu eden et ziyafeti. Köyde bayram havası vardı. Etrafı kadınlarla, kızlarla çevrili Vesile Kadın gururla etrafa bakıyor, yılların hasretini sonlandırmanın sevinciyle ağlıyordu, ağlıyordu…

Ağlıyordu hâlâ… Etrafına bakındı şöyle isteksiz. Yaz mevsiminin bu güzel ikindi vaktinde köyün içinde sayılan mezarların başında yalnızdı. Kasabadan aldığı bisküvi, lokum ve şekerleri vereceği çocuk aradı nemli gözlerle. Nafile. Düşmüştü ve düşenler yalnız kalırdı. Bunu Sevgili eşini kaybedince çok iyi anlamıştı. Ardından kaybettiği oğulcuğundan sonra ise yalnızlık kaderi olmuştu. Daha fazla dayanamayıp terk ettiği köyüne eşinin ve oğulcuğunun kabrini ziyaret için gelirdi bazen. Her seferinde tattığı bu dayanılması güç yalnızlığını, sevgili eşinin ve biricik oğlunun mezarına dokunarak hafifletmek istiyordu. Fakat yalnızlığı geçmiyor, acısı azalmıyordu. Başını hafifçe kaldırıp köyün en yüksek yerinde duran evine göz ucuyla şöyle bir bakabildi. Bakmaz olaydı. Bir zamanlar sultanı olduğu evde bilmediği insanlar yaşıyordu artık. Bir hıçkırıklı ağlama nöbetine tutuldu ki torun da artık sükunetini koruyamayıp onunla birlikte ağlamaya başladı. Yasin okuyan genç talebe sakinleştirmeye çalıştı, utangaç tavırlarla. Vesile kadın sakinleşti ama ağlamaya devam ediyordu. Eşinin mezarına avuçlarıyla yaslanıp donakaldı yine. Sevgili eşinin öldüğü günü anımsadı ve kanatlandı yeniden…

Köy çevre köylerden ve kasabalardan gelenlerden hınca hınç doluydu. Hüseyin Efendi akciğer kanserinden ölmüştü. Vesile Kadın verdiği erkek evlatla sevindirdiği eşinin ölümüyle adeta ölmüştü. Acısından baygınlık geçiriyor, ayılıyor, sonra tekrar bayılıyordu. Bütün köy ağlıyordu ama o, ağlamanın tarifini değiştirircesine ağlıyordu. Herkes acı çekiyordu ama o Tanrı’nın var ettiği acıyı sonsuzla çarparak yeniden var ediyordu sanki… Aradan üç ay geçti. Vesile kadın oğulcuğu ve bekar iki kızıyla yalnız kalmıştı. Hüseyin Efendi sağken köyün ve çevrenin ilgi odağı olan ev ölüm sessizliğine bürünmüştü. Saygılı bakışlar ve davranışlar yerini merhamet gösterisi sözcüklere ve umursamaz, ilgisiz davranışlara bırakmıştı. En yakınlardan en uzak olanlara, sanki daha dün etrafında pervane olanlar onlar değildi. Vesile kadın kararlıydı, oğulcuğunu büyütecek, sevgili eşinden kalanların talan edilmemesi için çetin bir mücadele verecekti. Sırtındaki yeni yükün farkındaydı. Tarihin ve toplumun yalnız bir kadının sırtında yük olarak tezahür eden mirasıyla yeni bir hayata başlıyordu…

Doğruldu. Eşinin mezarına yasladığı avuçlarından birini topraktan ayırmadan yavaşça hareket ettirirerek oğulcuğunun mezarına yasladı. Nasıl da üzerine titreye titreye büyütmüştü oğulcuğunu. Daha dün gibiydi. Kimselerin okuma yazma bilmediği zamanlarda oğulcuğunu okutmak için kasabaya göndermişti. Hafta sonları gelişini görmek için nasıl da köy yolundan ayırmıyordu gözlerini. Liseye başlamadan evlendirmişti. Köyün tek okuyan genci onun oğulcuğuydu. Toruna baktı şöyle bir. Doğduğu günkü sevincini hatırlamıştı, belli. Eşinin emanetine iyi bakmış olmanın gururunu ve haklı sevincini yaşadığı günler çok kısa sürmüştü, hem de çok kısa. Fokurdamaya başladı yine acılı yüreği. Tutamadı kendini. Hatıralara bir kanat daha çırptı, çaresiz…

Yine oğulcuğunun yolunu gözlediği bir akşam üstüydü. Sıcak bir Ağustos günü. Mutluluktan kıpır kıpırdı ve gerçek bir ana yüreğiyle bekliyordu. Garip bir telaşı vardı bu kez. Saatler ilerledikçe telaş yerini anlamsız bir endişeye bırakıyordu. Evin eyvanında bir o tarafa bir bu tarafa hızlı adımlarla gidip geliyordu. Hacer’in İbrahim’e su bulma telaşıyla gidip gelmesi gibi. Aynı telaşla abdestini alıp akşam namazını kıldı. Sonra gözlerini yola dikti yine. Karanlık basmış, yaklaşık iki kilometre ötedeki karayolu görünmez olmuştu. Ama onun gözleri yoldan ayrılmıyordu. Beliren herhangi bir araç ışığı yüreğindeki çarpıntılara çarpan etkisi yapıyordu adeta. Beyaz yazması, uzun kareli siyah-lacivert karışımı fistanıyla Hüseyin Efendi’nin biricik zevcesi Vesile Kadın ara ara uyukladıysa da sabah ezanına değin gözlerini hiç ayırmadı yoldan. Birden pencere eşiğine yasladığı dirseğini duvara çarparak fırladı uyukladığı yerden. Hüseyin Efendi’yi görmüştü birkaç dakikalık uyuklama sırasında. Bak Mehmed’imiz artık bana emanet, merak etme demişti ona. Anlam veremediği rüyanın etkisyle titriyordu. Sabah namazını titreyerek kıldıktan sonra bir uğultu duydu, yavaş yavaş yaklaşan. Etraf aydınlanmıştı neredeyse. Bir kamyonet, arkasında üç beş kişiyle köye doğru geliyordu. Kamyonet eve yaklaştı, battaniyeye sarılı bir beden gördü. Köyün erkeklerinin sesleri yükseldi. Kasabada vurmuşlar! dedi bir ses. Başından vurulmuş, dedi başka bir ses. Bu Vesile’nin Memedi! diye çığlık attı bir kadın… Gökyüzü ile yeryüzü yer değişirtirir gibi oldu. Vesile şoka girmişti. Birkaç kadın ağıt yakarak yaklaştı. Gözleri kımıldamıyor, dudakları ayrılmıyordu. Dili kursağına kilitlenmiş hareketsiz duruyordu. Evden yükselen feryatlar ağıtlar karşı tepelerden yankılanmaya başlamışken bir çığlık duyuldu; Ooooyy oğul oğul diye sayısız kez tekrar etti. Bayılıyor sonra ayıldıktan sonra bir an unutuyordu her şeyi. Etraftaki ağıt ve ağlama sesleriyle hafızası yenileniyor ve tekrar başlıyordu ağıt yakmaya. Oğuuul… oğuuul…

Oğuuul… dedi ve aniden oğulcuğunun mezarına abandı. Neredeyse mezarı delip içine girecekti. Hızlı hızlı nefes alıp verip sessizce ağlamaya devam etti. Bir süre sonra sadakallahülazîm deyişini duydu talebenin. Toparlandı. Bitti mi diye sordu talabeye kısık bir sesle. Bitti dedi genç talebe, bitti…

Devrim BAL (14.05.2012)



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.