Yüce Ahlâk

Yazar: on 26 Mayıs 2020

Metodolojiler, metodu oldukları bilimin ve usulü oldukları ilmin etiğidirler. Yetkinliğe ulaşmış her b/ilimin bir metodu ve usulü olduğu gibi yetkin bir yaşamak da gelişi güzel değil belli birtakım ilke ve prensipler dairesinde yaşamaktır. Hele ki bir dünya görüşünü sahiplenen, bir davayı iddia ve kimlik edinen kimseler için bu durum daha bir gereklidir. Bir dünya görüşünü sahiplenmek; makro düzeyde ilke ve prensipler edinmek ve yaşamı bu ilke ve prensipler temeline almak demektir. Kim olduğumuz sorusuna “Müslümanız” cevabını veren bizler, kendimizi bir dine nispet etmekteyiz ve bu nedenle dinimizin ilke ve prensiplerinin ne olduğunu bilmemek yahut bu ilke ve prensiplerimizi bilerek ihlal etmek lüksüne sahip değiliz.

Efendimiz(sav) “din güzel ahlaktır.(deylemi)” ve “ben ancak güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim(ibn hanbel)” buyurmuştur. O zaman iyi bir Müslüman ve güzel bir mümin olmaya ve İslam’ı pratize ve tebliğ etmeye çabalamak; güzel ahlak sahibi olmaya çabalamaktan ve insanlara güzel ahlakla muamele etmekten öte bir şey değildir. Güzel ahlak ve edep; İslam müntesip ve davetçilerinin yaşamlarını temelleyen ve çevreleyen ilke ve prensiplerin çekirdeğidir. Güzel ahlak ve edep; İslam’ın çağlar üstü hakikatidir ve bu hakikat, bozulup kokuşmamış hiçbir aklın ve vicdanın itiraza yol bulamayışı ve memnuniyetle takdir edip teslim oluşu yönüyle İslam’ın hakkaniyetine en güzel bir şahittir. İslam’ın hemen bütün süsü, cazibesi güzel ahlak ve edebindeki erişilmez mutluluğudur. Güzel ahlak ve edep: İslam’ın bir füruat/ayrıntı meselesi ya da ikincil getirisi değil merkezi ve ussu’l- esasıdır/esasının asıllarıdır. Edep ve güzel ahlak öyle hakikatlerdir ki yüce Allah’a edilen ibadetin sebebinin sebebi yani hikmeti dahi edep ve güzel ahlaktır. Şu örnekte olduğu gibi: namaz kılmak neden farzdır denilirse çünkü bunu Allah emretmiştir(bakara/43). Bu, namazın farz oluşunun illeti/nedenidir. Peki yüce Allah bunu neden emretmiştir denilirse çünkü yüce Allah’ın beyanı ile “Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.(ankebut/45)” Bu ise namazın nedeninin nedeni yani hikmetidir. İmdi, kuşkusuz illetleri/nedenleri bilmek bir ilim ve illetin illetini yani hikmeti bilmek ise daha üstün bir ilimdir çünkü “kime hikmet verilmişse ona büyük bir nimet verilmiştir.” Böylece deriz ki madem hikmet illetten üstündür ve madem illetle sabit olan bir namaz o namazı kılanın imanına alamettir; o halde hikmetle sabit olan güzel ahlak haydi haydi kişinin imanına ve İslamına daha açık bir alamettir. Öyleyse ilkesiz bir yaşamak; yetkin bir yaşamak olmadığı gibi, hiçbir ahlaksız da iyi bir Müslüman değildir.

Dinin güzel ahlak olduğu hakikatini hatırda tutarak, Yüce Allah’ın –nisa/80 ve ahzab/21 ve başka ayetlerde- Peygamber’e(sav) itaati ve O’nun(sav) inananlar için en güzel bir örnek olduğunu emir ve beyan etmesinin bir nüktesi de -Allah daha iyi bilir- yine Yüce Allah’ın beyanı ile şudur: “ve sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.(kalem/4)” Doğruluk, güvenilirlik, şefkat, cesaret, merhamet, iffet, diğer-gamlık gibi en yüce vasıflarla şöhret bulmuş bir adamı örnek almak, O’nun(sav) vasıflarıyla vasıflanmaya çalışmak, güzel ahlak sahibi olmaya uğraşmaktan uzağa düşer mi? Hem madem Muhammed Allah’ın resulüdür ve yüce yaratıcının insanlığa çağrısının en emin davetçisidir, ve madem bir davaya çağırmak; bir anlamda insanları kendi gibi inanmaya ve yaşamaya çağırmaktır, o halde kuru ekmek yiyen bir kadının oğlu olarak dünyaya teşrif ettiğinden günümüze dek, dost düşman bütün insanlar içinde güzel ahlakı ile şöhret bulmuş bir zatın çağrısı güzel ahlaka değil midir? Bu bağlamda güzel ahlak sahibi her Müslüman sünnet ehli değil midir? Yoksa ahlaksız da olsa bir adam, güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiş bir resulün(sav) sünnetine ehil olabilir mi? Doğrusu, insanlara karşı güzel ahlak ve edep dairesinden çıkıp zulüm ve haksızlıkla muamele etmeyi huy edinmek; İslam iddiasının da sünnet iddiasının da bi’l-fiil iflasıdır. Bizzat Peygamber(sav) şöyle buyurdu: “Müflis kimdir bilir misiniz?” . Ashâb: “Bizim aramızda müflis hiç bir parası ve malı olmayan kimsedir”, dediler. Resûlüllah (s.a.v.) buyurdular ki;
“Ümmetimden hakîkaten müflis, kıyâmet gününde namaz, oruç ve zekâtla gelecek olan kimsedir. Ama şuna sövmüş, buna zina iftirâsında bulunmuş; şunun malını yemiş; bunun kanını dökmüş, diğerini de dövmüş olarak gelecek. Ve buna hasenâtından, şuna hasenâtından verilecektir. Şâyet dâvası görülmeden hasenâtı biterse, onların günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenecek, sonra cehenneme atılacaktır.(müslim) ”

Hem tasavvuf terminolojisinde “hakikat-i Muhammediye” denilen mefhumun içini “zat sırf kendi için sevilmez” sırrınca Muhammed-i Arabi’nin güzel ahlak ve vasıflarının izahı ile açıklamak çok mu yanlış olacaktır? Muhammed-i Arabi’nin hakikatini vasıflarından soyup çırçıplak bıraktıktan sonra o varlığının neliğine gömülüp onu yorucu tevillerle tartışmak yerine, o hakikati varlığının hikmeti ve “sıfat zata tabidir” sırrınca zatının sıfatları ile birlikte algılamak, ve o hakikati anlaşılması güç ve oldukça karmaşık kelami bahislerden kurtarıp toplumsal ve bireysel faaliyetlerin tam içinde aramak büyük bir gaf mıdır? Kaldı ki bir hakikatin sırf varlığının neliğini bilmek ne fayda sağlayacaktır? Önce kalem mi yaratıldı yoksa hakikat-i Muhammediye’nin nuru mu sorusunun cevabı, sayısı milyarı aşan İslam ümmetinin ne kadarının işine yaramakta veya hangi problemini çözmektedir? Bir zatın hakikati en önce onun vasıflarında açığa çıkmaz mı? O(sav), varlığın binlerce farklı mertebelerinde ne anlam ifade ediyorsa etsin ve neye mukabil geliyorsa gelsin ve fakat bizim varlık daire ve mertebemizde kaçınılmaz olarak güzel ahlaka tekabül etmiyor mu? O’nun(sav) yakınında bulunan -ister erkek ister bayan isterse çocuk olsun- hiçbir kimse O’ndan(sav) incinmemiş iken bir insan olarak Muhammed-i Arabi’nin hakikati en tahsilsiz bir zihinde dahi güneş gibi parlayıp tebessüm etmiyor mu? İşte Muhammed-i Arabi’nin hakikatinden bir lem’a ve insanlık tarihinin tekrarlanması mümkün olmayan başarılarından bir sayfa: Ali, Cafer ve Zeyd Uhudda şehid düşen Hamza’nın geride bıraktığı Ümame isimli kızın velayetinin kimde olacağına dair tartıştılar ve her biri velayet hakkının kendisinde olması gerektiğini söylediler ve konuyu çözmesi için o sırada yanlarına gelen Muhammed-i Arabi’ye ilettiler. Allahu ekber! Oysa bundan beş on yıl önce, kendi kız çocuklarından utanan ve onları diri diri toprağa gömen bir toplumda yaşıyorlardı ve böylesi bir münakaşanın mevzu bahis olması dahi düşünülemezdi. İmdi, O’nun(sav) hakka çağıran sesinin, kendi kız çocuklarını diri diri gömmeyi adet edinmiş bir vahşet toplumunda dahi kulak bulması ve medeni ve bedevi gönüllerde dalga dalga yankılanmasında, “insanlar mükalemeden ziyade muamele ile ikna olurlar” sırrınca, Muhammed-i Arabi’nin güzel ahlakındaki nezaket ve zarafetin payı önemsiz midir?

Hem gayr-i ahlaki/ilkesiz bir yaşamak; yanlışı temelde yapıp doğruyu ayrıntıda aramaktır ki günü kurtarmaktan başka bir işe yaramaz. Bu ise parça hesabına bütünü feda etmektir. Mevlana şöyle dedi: “Parçayı bırak bütüne bak. Parça da bütündendir dersen o zaman diken ye, o da güldendir.”Burada Ali Şeriati’nin “medeniyet ve modernite” –benin anladığım şekli ile günü yakalamak ve özü yakalamak- ayrımı oldukça yerindedir. Bu bağlamda madem İslam’ın esası ve aslî ilkeleri edep ve güzel ahlaktır, o zaman İslam’ın insanlığa çağrısı kesin olarak gericilikle itham olunamaz. İslam, bir “dönüş” çağrısı olarak kabul edilse bile bu dönüş, bir “geriye dönüş” değil “öze dönüş” çağrısıdır. İslam’ın, kendisine çağırdığı sıdk, tevazu, adalet, merhamet, iffet ve diğer-gamlık gibi değerler, insanlığın geçmişte tecrübe edip de artık kendisine ihtiyaç duymadıkları şeyler değildir ki bunlara davet etmek “geriye dönüş” olarak algılansın. Bağrında güzel ahlakı saklayan bir çağrıyı irtica olarak görmek; onu anlamamak yahut ona iftira etmekten başka bir şey değildir. O halde bazı dindar gençlerimiz gerici yaftasını kanıksayarak utanıp sıkılmasınlar ve diğer bazı gençlerimiz de kasıla kasıla “evet biz gericiyiz” gibi sözlerle övünüp saçma sapan hamaset örnekleri sergilemekten vazgeçsinler. Kimlikleri dolayısıyla utananlar yahut mütereddit olanlar ya da inançlarının ne olduğu noktasında yanılgıya düşenler, muhataplarına İslam davasını doğru düzgün anlatabileceklerini ummasın. Davetçinin mütereddit yahut kendi davasının özünden bihaber olması sözüne talip bulmasını güçleştirir. Doğrusu, İslam’ın insanlığa daveti, ve Muhammed-i Arabi’nin hakikati, ve O’nun(sav) vasıflarının pratiği olan sünnet-i seniyyeye tabi olmanın gereği bütün insanlığın özünün derinliklerinde sakladığı ilke ve prensiplerdir, yani güzel ahlak ve edeptir.

Sonuç olarak islam, ahlaki değerlerin disiplin altına alınarak insanlığa takdim ve teklif edilmesidir ve elbette yaşamın güzel ahlak ve edep –yani bu bağlamda sünnet- dairesinde idamesinden kastımız, yaşamı bir kalıba dökerek donuklaştırmak değil, kendisinden ödün verilmesi mümkün olmayan değerlerin bir disiplin altına alınarak birer dinamik haline getirilmesidir. Bu nedenle güzel ahlak ve edep sahibi olunmadıkça iyi bir Müslüman ve sünnet ehli olunamayacağı gibi İslam davetinin önünde setten başka bir şey de olunmaz. Örneğin bugün İslam davasının sesine kulak bulamamasının bir nedeni de bizlerin itikadi samimiyet yahut ilmi birikimlerimize rağmen insani ilişkilerdeki kırıcı ve dışlayıcı söylem ve davranışlarımız değil midir? Körpe gençlerimizin sirke suratlı Müslümanlarla oturmaktansa kendilerine değer veren ve iyi davranan komünist din ve vatan düşmanlarıyla! zaman geçirmeyi yeğlemelerinin nedeni nedir? Müslüman’ın, toplum zihnindeki kötü imajının nedeni sırf Kemal Sunal filmlerinde gösterilen şeyh tiplemelerindeki menfi telkinler midir? Hem yüce bir ahlak üzere olan Muhammed-i Arabi’yi diliyle tasdik edip onun sünnetine tabi olmaya çağıran ve fakat insanlara kötü ve kaba muamele edip diliyle söylediğini eliyle yalanlayan bir adamın davetine “cins cinsini çeker “ sırrınca ancak kendi gibi yalancılardan başkası icabet eder mi? Ya da İslam’a düşmanlıkta öfke ve nefretleri ağızlarından taşan ateistlerin kahir ekseriyetinin dinde oldukça tutucu ailelerden geldiklerini garipsemek gerekiyor mu? Ve hele ki yalan, gıybet, iftira, ağzı bozukluk, kul hakkı yeme, kibir, menfaatçilik ve insanlara kötü davranma gibi ahlaksızlık ve zulümleri huy edinen kimse, bir de “sünnet ehli olmayan dalalettedir” diye inanıyorsa, kendi kendinin dalalet ehli olduğuna kendi diliyle şahitlik etmiş olmaz mı? Ancak ve eğer güzel ahlak sahibi olan kimse; işte Allah’a karşı güzel bir iman ve Peygamber’e güzel bir tabilik eden odur ve insanlar onun davetine icabet etmese de bunda pay sahibi olmadığı için hiç değilse kendini kurtarmış olur. Aksi halde –yukarıdaki müflis kimdir hadisinde olduğu gibi- ibadetleriyle Allah’a yaklaşmaya uğraşan bir adam, kötü ahlakı nedeniyle insanların Allah’a ulaşmasına engel yahut Allah’tan uzaklaşmalarına neden oluyorsa; “sebep, fail gibidir” sırrınca sebep olduğu şeyin faili gibi olur, yani kendisi de Allah’tan uzağa düşebilir. Peygamber(sav) şöyle dedi: “Güzel ahlak, büyük günahları, suyun kirleri temizlemesi gibi temizler. Kötü ahlak ise, salih amelleri, sirkenin balı bozduğu gibi bozar.(İ. Hibban)”Bu ise gerçekten büyük bir kayıptır.

Wesselam…

Hakan ERGİN (10.02.2010)



“Yüce Ahlâk” için 1 Yorum yapılmış

  1. Rukiye dedi ki:

    Çok güzel bir yazı olmuş güzel göndermeler içeriyor ?kaleminize kuvvet

Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.