Bir Meltem

Yazar: on 21 Haziran 2020

        Bir matemin meltemlerinde kaldı yapraklarım bu son bahar. Çığlıkların kucağındaki yapraklarımın seyru temaşasındayım ki heyhat! Hangi açıdan, hangi yönden estiğini kestiremeyecek derecede kendimden, kentimden uzaktayım ve şelale sesi gibi dinmeden yükselen çığlıklar ki yine heyhat! Bütün çıldırtan bulutlaşmış zulümlerin ardından nasıl da normal seyrinde riyakârca sürebiliyor, sürünebiliyor hayat!


     Yağmurlar ki rahmet bilir herkes ve yağmurlar da düşürdü benden nice yaprak ki nedeni belki de son bahar veya kim bilir belki de merhametin kaynağı bildiğimiz veya ve yine belki de gazap ve azabın taşıyıcısı, annesi bulutlar…


       Ah içimdeki birbirine dönük namluların gerisindeki o tetiği kırık, horozu çatlak, emniyeti darbeyle düşürülmüş, dipçiği dibe vurmuş bir türlü kendisine gelmeyen ve kendisini görmeyen materyaller, şeyler, eşyalar, mallar, argümanlar…


       Ah ıhlamur ağaçlarım, baharın ilk günlerinde açan Arguvanlar…


       Matemim ve meltemim, yaprağım ve rüzgâr; Sebeplerin en uzağı gibi uzak ama bir katil gibi ensemde nefesiyle kendini gösteren sonbahar ısıracak yılan gibi duruyor. Her bulutun arkasında bir rüzgar; masumların eli kanlı katili, maskeli yüzlerinin arkasındaki yüz gibi, art arda birbirini siper edinmiş iki yüz gibi, bir celladın sayı dağarcığında doksan dokuzdan sonra gelen yüz gibi ve ölümü beden yuvasında vakur bir edayla karşılayan yüz gibi cellat ve kurbanda karşılaşan iki göz ve yüz gibi…


        Ah içimdeki yılanlar, akrepler ve çıyanlar… Ah etrafımdaki insanlar… Ah çevremdeki çiçekler ve dikenler, Leylekler, çaylaklar ve örümcekler… Her şey ne kadar ince çizilmiş gibi, içine renginin ters, zıddı, manendi serilmiş gibi, ne ucu ne kenarı ne de görünmeye yanaşmayan dibi…


         İki kere iki nin hem dört hem iki hem de yirmi iki etmesi gibi…


         Meltem ve matem… Doğa kuşunda en masum görüntüsüyle duran iki göz gibi. Esintileriyle insanı ferahlatan meltem ve çığlıklarıyla dağıtan matem, dalıyla bağı zayıfladıkça sararan yaprak ve sararmayla sonbahara renk verip sonbaharın bile çehresini değiştirip maskesini düşüren yaprak… Katilini haykıran ve rengiyle katiline renk veren gerçek…


       Yaprak…
      Meryem’in kucağında İsa gibi masum bir yüzü gölgelemediği için utanç içindeki bir duvak. Suçladığı için kuruyan ve çatlayan iki dudak, Meryem gibi onu kucaklamadığı için kuraklığa mahkum edilmiş olan bir kucak ve sarmadığı için tarihin bilincine utançla gömülen bir kundak…


        İsa gibi Musa ve Muhammed gibi bir yaprak… Veya tam tersinden mi okuyup örnek versem!


       Firavun ve Ebucehil gibi bir meltem… Ve İkisini, ikilileri, ikileri kendinde barındıran ve iki yüzle, iki yüzlerle dolaşan herkes gibi ben… Birde benim arkama gizlenmiş onlardan başlayıp yüzlerle son bulmayan aksine katlanan, katmerleşen, okyanuslaşan sayısızca beden, benden, sebep ve neden…


      Yaprak ve yaprağının peşine düşmeyen dal… Yaprakla ağaçları bitireceğini sanan sayısızca aptal… Rüzgar her gün eser, yaprak sadece bir mevsim açar. Düşmüş yaprak, kuş gibi bir daha konmamak üzere Rabbine doğru uçar… Göz alıştı diye yanılgılar doğru görünse de, ne mevsim aynı mevsim ne de yaprak aynı dalda aynı şekilde kımıldar ve oynar…
Matemimi de bir meltem alıp gӧtürse buralardan. Kopabilsem şu melul ağaç ve dallardan, sokaklardan ve benden kopmuş, bedenime yabancı Sur’dan, şehirden veya kana bulanmış topraklardan… Koparsa bir rüzgâr ve esinti beni bu insancıklardan…


     Dalında sararmış ve kopma korkusunu aşamamış yaprak gibiyim.


     Yabancıyım, el’im, elalemim bu diyarlarda. Benim biricik canımadır bütün heyhatım, Feryadu figanım, cevru cefa dolu naralarımın kucağındaki sebep, bendeki yozlaşmış kişilik ve üstünde elbise olarak duran son model haya ve edep…


      Kainat kılıçtan geçse bile beni ilgilendiren tek şey benim ve yine iğne deliğinde benim hayatla ilgili bir çakmak taşından çıkan kıvılcıma bile gözbebeklerim namzet… her şeyin odağındaki şey benim ve ne demişti kendini kendi içinde kaybeden hallaç “ENEL HAK” …
Bu nedir bilir misin iki dudak arasından üfürüp bu üfürüşle bir fırtına koparmak… Bir hayalin peşine düşüp kendi içindeki girdaba dalmak… Girdabın savurduğu benin değirmende öğütülen bir buğday tanesi olduğunu unutup değirmeni de aşıp kendini değirmencinin kalbindeki maşuk sanmak…


     Sele kapılmış kuru bir otun üzerindeki karınca olduğundan habersiz kainatın denge ve döngüsünde bir akıntıya karşı kürek çektiğinden habersiz hayalini on sekiz bin alemin minberinden hutbe olarak okumaya kalkışmak!


       Tuz oldum dersin bu alemin kaynadığı kazanda anlarım da kazan bensiz kaynamaz dersen ben de altında yanan ateşte kazan’ın cayır cayır yanarım! Bu alemin Ney’ine ne nefesler üfürüldü, ne defterler açıldı hesap görmek için ne defterler dürüldü! Ne Süleymanlar öldü de çulsuz gitti bu alemden ne padişahlar zelil ve düşürülmüş şekilde öldürüldü…


       Bir girdap ki beyinler içinde savruluyor, kişilikler aşınıp ruhlar yoruluyor… Tih çölü derler oysaki bu girdapta beyinler kavruluyor…


       Güneşin suçu, ay’ın Yıldızların suçu desem ve atsam üzerimden çamuru, Peki ya anladık ta kim


        Her şey bir yaprak misali ve usul usul esen meltem,


       Yapraklar düşmesin derim bu sonbahar bu Kasım… Derim ki soğudu havalar, soğuk esiyor rüzgar yerlerde sürüklenip üşümesin… Ve uzamasın matem! Sararmak bir yana bir başına gariban damgası yiyip çürümesin… Üşüyecekse yapraklar bu mevsimin kollarında rüzgar da esmesin…


        Bahar gelip geçiyor bu kaçıncısıdır ömürden bilmezden, görmezden geliyorum. Aklaşan yapraklarım… Sonbaharın gelişini pencereden gözlüyor, izliyor seyrediyorum… Her nesil bir ağaç, her toplum bir dal ve her insan bir yaprak… Güzel olan ne bilir misin bir dalda, bir ağaçta veya ormanda hep beraber yeşil, yemyeşil olmak ve nefes almak bu çarkların arasından çekip kopararak…

İsmail Amedi



Yorum Yazın

Not: Yorumlar denetimden geçmektedir.